1 Şubat 2014 Cumartesi

Molozların Hüzünlü Diyarı, Periferiler


Kaynak: Bianet, 01.02.2014, http://bianet.org/biamag/toplum/153157-molozlarin-huzunlu-diyari-periferiler

JEAN-FRANÇOİS PEROUSE
Doğaya da zulmetmeye hakkı yoktur. (...) Tabiatı umursamaz şekilde tamahla, hızla, vahşiçe sömür­mek, istismar etmek, kurutmak, bizim medeniyetimiz­de, tarihimizde yeri olmayan bir tavır. (R.T. Erdoğan, 17 Ocak 2013[1])
Eskiden mücavir alanlar olarak adlandırdığımız mekânlar megakentin düşük yoğunluklu çöplüğü işlevini görüyor, bu belli. Bunun sonucunda mesireler tarihe karışıyor, tatlı sular da kal­mıyor. O sular acı olmuşlar çoktandır. Dereler boyunca artık moloz akamamış, yatakları tıkamış durumdadır. Tanık olmak için, hemen sahaya çıkalım, bu vesileyle somut bir örnek ele alalım: Kağıthane ilçesi Arıcılar/Hasdal'dan tam kuzeye devam edelim; TEM'e dik olarak. İstikamet Karadeniz. Göktürk'ten sonraki ana yolda ya da herhangi tali yolda, her elli metrede bir, yolun iki tarafında bir moloz yığını karşımıza çıkıyor. Ay­nı şekilde Kemerburgaz'dan Bahçeköy'e giden dönemeçli yol­da, levha şeklinde çoğaltılmış bütün ısrarcı "Dökmeyin!" uya­rılarına rağmen, molozların hüzünlü pisliği her yere damgası­nı vurmuştur. Keza, Kemerburgaz ile Habibler arasındaki engebeli yol boyunca da. Tuzla'daki Sabancı Üniversitesi'nden -yine Karadeniz istikâmetinde- kuzeye doğru giden yolun kenarında da. Hep aynı lekelenmiş, karalanmış manzaralar.
Türkçe'de moloz kelimesi, Nişanyan etimolojik sözlüğüne göre, 1873'de "inşaat artığı veya süprüntüsü" anlamında or­taya çıkıyor. "Yığıntı" veya "dalgakıran" anlamında, eski Yunanca'dan gelen bir kelime. Aslına bakarsak İngilizce demolish (yıkmak) kelimesiyle yakın akrabadır; ikisi de aynı uzak kök­ten geliyorlar. Moloz, yani, evrensel bir boz/yap pratiğine teka­bül eden neredeyse evrensel bir gerçeklik... Fakat epeyce farklı şekillerde yönetilen kaçınılmaz bir gerçekliktir.
Molozların bir yaşamı var
Terk edilmiş sahipsiz molozlar, çevreye ve yasalara karşı işle­nen suçlar ve ihmallerden oluşan çirkin bir silsilenin görünen ucudur. Üretim sürecini aşama aşama incelediğimizde, "kay­naktan" taaa terk edilme alanına kadar uzun bir yolculukla­rı var. Merkezî ilçelerden restorasyon çalışmalarının alt ürü­nü olarak kontrol dışı molozlar, çuvallanıp, İBB[2] ya da yetki­li bir şirkete bağlı olmayan bir kamyon üzerine acele acele atı­lır... Bu işler için, son zamanlarda, yabancı ve kayıt dışı işgücü kullanılır. Ve daha sonra molozlardan kurtulma macerası baş­lar. Bu süreci birkaç defa takibe aldım... Kamyon beyaz çuval­larını doldurup, periferilere kaçıyor... Çoğu zaman, saat ve gün uygunsa (ya sabah erken yapılır, ya akşam geç saatlerde ve da­ha çok hafta sonlarında), kontrolsüz kusma alanına varılır. Sa­ğı solu kolaçan eden kamyoncular, yüklerini boşaltmaya baş­larlar. Nasıl loşluklarda bir ceset derin sulara atılıyorsa, çuval­lar da ormanların kenarına öyle bırakılır. Sessizce. Sessizlikle işbirliği halinde. Molozlar merkezî alanlar ile periferi arasında eşitsiz bir ilişkiyi işaret eder. Bu ilişki bir hâkimiyet teslimiyet ilişkisidir: Değerlendirilmekte olan yerler, ikinci planda kalan başka yerleri pisletmektedirler. Moloz atma/moloza maruz kal­ma ilişkisi, periferilerin sömürülmesi üzerinde kurulmuş kir­li bir ilişkidir. İşbu ilişki örgütlüyse, geçici bir görev paylaşımı belirgin olmaktadır: Teslim olan ve feda edilen yerler çirkinleştiriliyor, öbürleri değer kazanıyor.
Belki de başka bir senaryo devrededir: Molozlar yakın şanti­yelerden taşınmaktadır. O halde, çuvalsız gelip, çuvalsız atılır­lar, kaba kaba, çıkarıldıkları gibi. Yığın tarzı ve görünüme gö­re molozların tarihi tahmin edilebilir. Yazılamayacak iddiana­meler için teferruatlı malzeme vardır gözlerimizin önünde. Fa­kat bu koca cüssesine orantısız bir umursamazlıkla karşılanır molozlar. Levhalar ve uyarılar tamamen faydasızdır, bu umur­samazlığın altını çizerler sadece. Bütün bu sebeplerden dolayı, kaynaklarına göre çeşit çeşit moloz türü vardır diyelim biz en iyisi. Maruz kaldığı müdahaleler, renk, yaş, ağırlıklı olan ham­madde, boy, yapıya göre değişik değişik olabilir. Sırf molozlar­dan hareket ederek ihmal hikâyesi bin bir şekilde yazılabilir şehrin... İşte bu molozların trajik estetiğidir. Veya estetize edi­len İstanbul'un çürüğü, çürüdüğüdür.
Molozlar neyin simgesi?
Egemen şehir gelişme tarzının çarpıcı bir işaretidir molozlar. Kısa vadeli, dar mekânlı, göbek ölçekli. İnşaat sektörünün ha­reketliliğinin bir emaresi olarak moloz; yani molozların yo­ğunluğundan, inşaat sektörünün belli bir şekilde de olsa, di­namik olduğunu çıkarsayabiliriz. Bu açıdan bakıldığında mo­lozlar, kutsanmış büyümenin kaçınılmaz, göz ardı edilebile­cek ve mühim olmayan bir alt ürünüdür. Aynı zamanda, sinsi ve kontrolsüz bir depodur. Gündüz övgülerle "büyüme kahra­manı" ilan edilen girişimcilerimiz, geceleri sinsi bir moloz ya­ratan canavara dönüşmektedirler. Riyakâr büyümenin bir teza­hürüdür moloz.
Organik bir metafor kullanacak olursak, molozlar obur kapi­talist kentlerimizin bir nevi düzensiz kusmuğudur. Ya da dışkı­sı. Suç ortakları da bellidir: mevcut mevzuatı bir türlü uygulatamayan, bugünden yarına torba yasalardan tavşan çıkarır gibi kılıflı kentsel kanun maddesi üreten yönetimler; çevre bilinci­ni geliştirme gibi bir politika sorunu olmayan yönetimler, mer­kezî olsun yerel olsun...
Dışsallaştırma (extemalization) pek çok farklı alanda kulla­nılan bir kavram. İktisadi anlamda molozlar tamamen küçük hesaplı inşaat ekonomisinin dışsallaştırılmasıdır. Belli bir ak­tör tarafından üstlenilmesi gereken masraflar ve sorumluluk­lar, periferidekilere aktarılıp aktarılıp, sonunda topluma öde­tiliyor. Bu sorumluluk meselesinin ötesinde, çevre yönetimine dair ciddi bir sorunla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu "anlayış­la" çevreye parçacıl bir şekilde yaklaşıldığına dair aşikâr ipuçlarımız var. "Benim bahçemde olmasın da nerede olursa olsun" (NIMBY)[3] zihniyetiyle hareket ederek üretilen çevre bilinci ise ancak sakat olabilir. Sanki çevre, birbirine bağlı olan unsurlar­dan oluşan bir sistem değilmiş; sanki bağımsız olarak algılana­bilen ve yaşanabilen adacıklardan oluşuyormuş gibi... Rüzgar­lar, yağmurlar, dereler, yeraltındaki sular ve aralarındaki etki­leşimi yok sayıyor bu molozlaştırma zihniyeti.
Üstelik, molozlar, genel bir dışsallaştırma politikasının bir bileşendir. Periferilere bakacak olursak, molozlardan başka dışsallaştırmaya maruz kalmış olanlar da var. Aralarında en can yakıcı olanları İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından ku­lakları küpelenmiş sokak ve tüketim toplumunun lanetlisi ola­rak daha yeni terk edilmiş ev köpekleri. Moloz yığınları arasın­da dolaşıyorlar, molozlarla beraber atıldıkları yerlerde ölme­mek için yenebilecek her şeyin peşine koşuyor bu dışlanan kö­pekler. Latincede molossus, bir nevi mitolojik köpektir... Ne acı tesadüf!
Metropollerimizin periferileri, dünyamızın periferilerinin gördükleri aynı alt-görevi görüyor: Tüketim furyasının yan/alt ürünlerinin depolanması görevi. Birdenbire bir korku sarı­yor beni: Yeni ilan edilmiş olan geniş çaplı kentsel dönüşümün müstakbel molozları boğacak bizi. 20 yılda 6,5 milyon binanın yıkılacağından bahsediliyor. Asbestler, demirler, sıvalar bo­rular tozlar, tozlar... En yetkili ağızlardan duyduğumuz kent­sel dönüşüm politikası çerçevesinde İstanbul'un yarısı yıkılma­ya adaysa, önümüzdeki yıllarda üretilecek molozların miktarı korkutucu boyutlara ulaşacak. Haliç ve İstanbul Boğazı dolgulanabilir onlarla, periferiler çoğaltılacak yığınlarla dalgalanır, hareketsiz öldürücü bir dalgayla... Molozlar üzerinde kurulacak yeni İstanbul çok sağlam olmayacağa benziyor. Merkezi ve merkezî otoyollarının kenarı bol bol lalelerle kaplanmış İstan­bul periferilerindeki molozlarla beraber kokar ve çöker. (4) Ay­nı zamanda psikanalizin basit prensiplerine göre, sinsice kurtulunmak istenen unsur, kaçınılmaz olarak, büyütülmüş şekil­de fırlatıp atana döner.

18 Ocak 2014 Cumartesi

Çağlar Keyder: Gezi, Yeni Orta Sınıf ve Neoliberalizm


Konuşa Konuşa ekibinin Çağlar Keyder'le Gezi sürecinde yaptıkları söyleşi; yeni orta sınıflardan, kentsel dönüşüm ve sosyal dışlanmaya:

Kaynak: http://konusakonusa.org/2013/09/05/gezi-parki-protestolari-baglaminda-yeni-orta-siniflar-neo-liberal-donusum-ve-yoksulluk/

I.Türkiye’nin ‘Yeni Orta Sınıfları’ ve Gezi Parkı Eylemleri
Gezi protestoları sürerken kaleme aldığınız ‘Yeni Orta Sınıf’ ve ‘Baba’nın Düzeni’ (Law of the Father) yazılarınızda Gezi Parkı eylemlerinin yeni orta sınıfın sahneye çıkmasıyla beraber gündeme gelen mücadele çizgisi içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyorsunuz. ‘Yeni orta sınıf’ kavramı ile ne kastediyorsunuz?
 Eski orta sınıf Marxist yazında küçük burjuva olarak adlandırılan kesime verilen addır.  Yani kapitalizmin er ya da geç geride bırakacağı, toplumdan sileceği insanlar.  Bunların çoğunluğu kendi dükkanları veya imalathanelerinin sahibidirler, ve siyasî ve ideolojik olarak sermayeden ve de emekten farklılık gösterirler.  Gerçekten de kapitalist gelişme içinde bu tanımlandığı şekliyle orta sınıf (tarım sektörü dışında) giderek küçülmüştür.  Ama onun yerine “Yeni Orta Sınıf” (YOS) diye bir kesim nüfusa oranla sürekli bir artış göstermiştir.  YOS’nin büyümesinin çeşitli önkoşulları var: üretimin karmaşıklaşması, devletin büyümesi, eğitimin yaygınlaşması gibi.  Şirketler eskiden bir kapitalist-patron, birkaç yardımcısı ve çok sayıda işçiden oluşurken şimdi aradaki kademeler şişmiş durumda: mühendisler, pazarlamacılar, insan kaynakları uzmanları, çeşitli düzeyde yöneticiler, vs.  Ayrıca şirketlerin kendi bünyelerinin dışından aldıkları hizmetleri üreten reklamcılar, finansçılar, çeşitli danışmanlar.  Devletin istihdam ettiği eğitimli kadrolar yüksek sayılarda.  Toplumun tümüne baktığımız zaman ise eskiden serbest meslek denilen doktor, mimar, avukat, sanatçı, medya mensubu gibi insanlar, ve de bunların hepsini eğiten öğretim elemanları çalışan nüfus içinde büyük oranlarda.  Bu saydığım grupların ortak niteliği maaşlı veya ücretli olmalarına rağmen tam anlamıyla işçi olmamaları.  Öncelikle bedensel değil zihnî emek satıyorlar, çoğunluğu kendi çalışma koşullarını tayin edebiliyor, yani sürekli denetim altında çalışmıyorlar.  Daha önemlisi hepsi eğitimli, üniversite mezunu ve belli bir uzmanlığa sahip; dolayısıyla sermaye karşısındaki konumları proleter (e.n. işçi sınıfı) olarak düşündüğümüz kesime nazaran epey farklı.  Bu grup sosyoloji literatüründe ‘ara sınıf’, ‘yeni küçük burjuvazi’, ‘profesyonel-yönetici sınıf’, ‘maaşlılar’, ‘sınıf aidiyeti açısından karşıtlıklar içeren’ gruplar olarak farklı şekillerde tanımlanıyor.  Bu sözünü ettiğimiz tanımlamalar objektif bir analizin araçları.
 Olaya daha geniş bir perspektifle, bu sınıftaki insanların kendilerini sübjektif olarak nasıl gördüklerini, toplumda nasıl algılandıklarını da göz önüne alarak bakarsak, Yeni Orta Sınıf mensuplarının toplumdaki konumlarının öncelikle eğitimli olmalarının getirdiği statüden kaynaklandığını söyleyebiliriz.  Tabii bu kesimin kendi içinde de ayrıştığını tahmin etmek zor değil: daha iyi okullara gitmiş olanlar, daha çok dil bilenler, yurtdışı tecrübesi daha zengin olanların statüsü de daha yüksek oluyor.  Yüksek statüye izin veren kültürel sermayelerini koruyabilmek için global düzeyde kendileriyle aynı konumda olan insanların lifestyle’larını tüketim ve eğlence/tatil alışkanlıklarını takip ediyorlar: aynı tür yaşam biçimleri tutturuyorlar, benzer mesken seçimleri yapıyorlar, vs.  İstanbul özelinde de görüldüğü gibi bu seçimlerin özellikle oturulan semt üzerinde odaklandığını söylemek mümkün.  Ayrıca kendi konumlarının yeniden üretimi bağlamında çocuklarının eğitimi için büyük yatırım yapacaklarını, konut seçiminde bu hususu ön planda tutacaklarını da söyleyebiliriz.
 Türkiye’de YOS eski orta sınıf ve muhafazakar kesim ile nasıl bir ilişki içinde? Toplumsal rolünün yanında, YOS siyasî aktör olarak ne gibi niteliklere sahip? Bu sınıfın siyasete katılımı ne anlama geliyor?
 Türkiye gibi toplumsal gelişmesini hızla sürdüren bir ülkede daha eğitimli, daha kentli, ve daha küresel bu kesimin gelenekselle arasına bir mesafe koyacağını da düşünebiliriz.  Eski orta sınıf, hatta YOS’nin eski dönemlerdeki mensupları toplumun çoğunluğuna hakim olan normların çok da dışında değildi.  Günümüzdeki YOS’nin özelliği ise yatay küresel ilişkiler içinde olması, kültürel tüketim alışkanlıklarını kendi benzerleriyle paylaşması.  Diğer bir özelliği de bu sınıfın şimdiki ve müstakbel mensuplarının kendi konumlarında eşlerle evlenebilmeleri.  Bildiğiniz gibi üniversite mezunu sayısı son on yılda çok arttı.  Her yıl 500 bini aşan sayılarda üniversite diplomalı insan nüfusa katılıyor.  Ve bunlar arasında kız/erkek sayıları aşağı yukarı eşit.  Ayrıca üniversite mezunu kadın ve erkeklerin çalışan nüfusa katılma oranları da birbirine çok yakın (%80 ve üstü).  Bunu kanıtlayacak bir araştırma elimizde yok ama tahmin edebiliriz ki bu kesimde (yani YOS’nin içinden çıktığı demografikte) üniversite mezunlarının birbiriyle evlenmeleri çok olası.  Dolayısıyla bu kesimde kendilerini toplumun diğer kesimlerinden ayrıştırma eğilimi daha güçlü işleyecek diyebiliriz.  Bu da tabii ki tüm kültürel, mekansal, siyasî seçim ve duruşlarına, çocuk yetiştirme ve eğitimi önemseme pratiklerine yansıyacak.
 Türkiye özelinde YOS aidiyetinin çoğunlukla seküler bir tutumla da çakışacağını söylemek mümkün.  Bu tabii ki sadece ideolojik bir seçim olamaz; adı geçen gruptaki insanlar—özellikle de daha üst tabakada olanlar ve bu konumu arzulayanlar—nüfusun geri kalanına nazaran daha modern sektörlerde ve daha modern iş ortamlarında çalışıyorlar.  Küreselleşmeden daha çok etkileniyorlar, yaşam pratiklerinde de bu maddi koşullara uygun seçimler yapıyorlar.  Başarılarına orantılı olarak da daha meritokratik ve alışılmışı yüceltmeyen bir perspektife sahip olacaklarını da öngörebiliriz.  Böyle bir tutumun doğal uzantısı mevcut hiyerarşileri sorgulamak, “liberal” bir dünya görüşüne meyletmek olacaktır.  Çocuk yetiştirmek bağlamında ise rasyonel olmadığı düşünülen kısıtlara karşı durmak, okulda ve çevrede daha özgürlükçü platformları savunmak yine beklenebilir.  Bunları düşündüğümüzde, yani ailede, işyerinde, okulda, çevrede özgürlükçü platformları göz önüne aldığımızda, sözü edilen taleplerin sosyoloji literatüründe “yeni toplumsal hareketler” olarak anılan hareketlerin gündemleriyle çakıştığı ortaya çıkıyor.  Zaten yeni toplumsal hareketler öncelikle yeni orta sınıfın başını çektiği hareketlerdir: kadın hareketi, çevre hareketi, kimlik mücadeleleri gibi.  Bunların ortak özelliği esas taleplerinin maddi olmamasıdır, hakim eksen anti-otoriter mücadeledir.  YOS kendi adına kural koyan, düzen tanımlayan otoriteden rahatsızdır; ayrıca kemikleşmiş siyasî yapıya nazaran kendileri dünyayı daha iyi tanımaktadır, daha iyi eğitim görmüş, daha bilgilidirler.
 Görüldüğü gibi YOS olarak tanımladığımız kesimin AKP’nin esas oy tabanıyla kesiştiğini söylemek zor.  Bu oy tabanı içinde eski orta sınıf da var, ve herhalde objektif olarak işçi sınıfı olarak düşündüğümüz kesimler de.  Maddi, kültürel ve ideolojik boyutlarda hem içinde yaşanan koşullar, hem de beklenti ve idealler açısından YOS ile ortak nokta pek yok.  Kanımca Gezi olaylarının başını çeken ve esas rengini belirleyen İstanbul’da özellikle mevcudiyeti hissedilen yeni orta sınıftı.  Tabii ki sosyolojik konumları açısından çok farklı kesimler de anti-otoriterlik ve kamusal alanın korunması çerçevesinde mücadeleye katıldılar.  Bu arada geçişkenlik gösteren münferit örnekler de rahatlıkla bulunabilir, ama Gezi hareketinin maddi koşullara yönelik “eski” toplumsal hareketlerle benzerlik gösterdiğini düşünmek yanlıştır.  Nasıl ki 1968’le birlikte Batı toplumlarında post-endüstriyel (e.n. endüstriyel sonrası) ve buradan çıkarak post-materyalist (e.n. metaryalist sonrası) döneme ayak atıldığını söyleyebiliyorsak Gezi olayları da Türkiye’nin bu eşiğe yaklaştığını kanıtlıyor.
 Bu yeni toplumsal hareketlere katılan sayıların artması kamusal alanda hareket etmek isteğini de belirtir, yani insanlar toplumu oluşturan kuralların saptanmasında rol oynayabilecekleri bir platform arayışındalar; devletin kamusal olanı istediği gibi tanımlayıp yine istediğinde kuralları değiştirmesine karşılar.  “Onu yap, bunu yapma diyen” babalarının kanunu altında kamusallık mümkün değil.  Bu tavrı yenmek ancak kamusallığı güvence altına alan yeni bir toplumsal sözleşme için mücadele ederek mümkün olur.  Bu aşamada asıl düşünmemiz gereken bu platformun arkasındaki ittifakın ne kadar güçlü olabileceği.  Ulus-devletlerin oluşumunda geçerli olan birtakım ilkeler var: ‘Biz bir bütünüz, kırılmayız, ayrışmayız, hepimiz aynıyız’ gibi. Türkiye’de İslami muhafazakarlık bu yaklaşımı iyice pekiştirmeye çalışıyor.  Yekpare bir toplum kurmak isteyen bu mekanik ideoloji ‘liberal’ diyebileceğimiz taleplerle ortaya çıkan kesimler güçlenince hızla çözülüyor.  Sosyolojik olarak da bireyleşme, yani toplumsal işbölümü içinde farklı konumlarda olmanın bilinci, otoritenin tanımladığı veya ailenin, mahallenin tekelinde olan ortamların dışına çıkarıyor insanları; birbiriyle uyusan yaşam pratiklerinin seçtiği yeni mekanlar yaratıyor, kurulan yatay ilişkiler ön plana çıkıyor.  Bu tercihlerin gerçekleşmesine izin vermeyen düşünme tarzına, kurallara, baskılara karşı da bir muhalefet oluşuyor.  Dolayısıyla da daha organik dayanışmaya doğru evrilen bir toplumsal bütün içinde, farklı konumlarda bireylerin farklı taleplerini dile getirebilecekleri bir düzen arayışı ortaya çıkıyor.
 II. Tükiye’de Neo-Liberalizm ve Kentsel Dönüşüm
Son zamanlarda sıkça AKP’nin neo-liberal politikalar üreten bir parti olarak tanımlandığına tanık oluyoruz. Bu ne kadar yerinde bir tespit? Başka bir açıdan bakıldığında, AKP’nin ekonomi ve sosyal politikalarını Keynezyen popülizm ve neo-merkantalizm (siyasî kapitalizm) çerçevesinde de görmek mümkün değil mi?
 AKP’nin özelleştirmelerde, piyasa mekanizmasını yerleştirmekte sergilediği neo-liberal tutum sosyal politika alanında farklı bir görünüm alıyor.  Bir kere şunu hatırlatmakta fayda var.  Türkiye, Brezilya, G. Kore ve daha birkaç ülkeyle beraber, sosyal harcamaların milli gelire oranla yükseldiği nadir ülkelerden.  Son on yılda bu oran üçte-bir kadar artmış, şimdi %15’e yakın.  Bu yükselişi popülizm diye küçümsemek yanlış olur.  Örneğin Doğu ve Güney Doğu’da yoksullara yapılan nakit yardımının Kürt sorununa yönelik bir politika olduğunu söylemek mümkün.  “Sağlıkta dönüşüm” olarak adlandırılan yeni sağlık sistemi ise tüm ülkede popüler ve başarılı; bu yüzden de AKP’ye oy getiriyor.  Sağlık hizmetini veren doktorlar ve sağlık işçileri açısından baktığımız zaman tamamen neo-liberal bir düzenleme olarak görülebilen dönüşüm kullanıcılar tarafından çok tatminkar bulunuyor.  Bu ayırım önemli: hizmeti alanlar hizmeti verenlerin çalışma koşullarını fazla dert etmiyorlar.  Sağlık hizmetlerine erişebilme, bilgilenme, ilaç alabilme gibi konularda yeni sistem eski düzende hayal edilemeyecek düzeyde etkin.  Diğer alanlarda olduğu gibi AKP’nin bu başarısında da 10 yılı aşkın bir süredir istikrarlı bir şekilde iktidar olması önemli bir faktör.  Koalisyonlar döneminde gerçekleşememiş projeler AKP’nin teknokratları tarafından, fakat daha neo-liberal tercihlerle, bu dönemde devreye sokuluyor.  Diğer bir nokta da Washington Konsensüsü diye bildiğimiz politika dayatmasının son on yılda etkisini kaybettiği, yoksulluğa karşı çeşitli politikaların, sağlık reformunun, Dünya Bankası ve diğer örgütler tarafından ön plana çıkarıldığı.  Yani güçlü ve istikrarlı bir iktidar sosyal politikayı geliştirdiğinde, özellikle de piyasa mantığına aykırı hareket etmiyorsa, dünyadaki trende karşı çıkmış olmuyor.
Sosyal politika kazanımlarını geriye döndürmek çok zordur.  AKP hükümeti şimdiye kadar gerçek bir mali krizle karşılaşmadı.  Böyle bir sıkıntı yaşandığında hangi harcamaları kısmaya çalışır bilmiyoruz.  Fakat bugüne kadarki performansıyla hem kendi popülaritesini artırabildi, hem de neo-liberal politikaların gelir dağılımını bozma potansiyeline karşı bir yeniden dağıtım mekanizmasını çalıştırabildi.  Bildiğiniz gibi Türkiye’nin gelir dağılımı son on yılda bozulmadı, yoksulluk artmadı; bunun nedeni de sosyal harcamalar.
Neo-merkantilist olarak adlandırabileceğimiz tutuma gelince, bunu da güçlü devletlerin pratiğinde görmek mümkün.  Küreselleşmenin bu aşamasında devletler kendi şirketlerinin pazar payı kapmasını, rant toplamasını, sermaye cezbetmesini aktif olarak teşvik etmek istiyorlar.  Wikileaks dokümanlarına baktığınız zaman Amerikan diplomatlarının bu amaca yönelik  faaliyetlerinin ne kadar önemli olduğunu görüyorsunuz.  Türkiye’de farklı olan AKP hükümetinin şirketler arasında kendi politik tercihleri çerçevesinde de seçim yapması.  Yani belli sermaye gruplarını veya tekil şirketleri kayırarak ülkede 1930’lardan beri uygulanan “siyasî kapitalizm”i devam ettiriyor.  Bazı grupları cezalandırıyor.  Kendine siyaseten yakın gördüklerini ise ödüllendiriyor.  Dolayısıyla “neo-liberal” nitelemesini dikkatli kullanmak gerekir.  Tüketicilere, çiftçilere, küçük üreticilere, ve tabii ki çalışanlara dayatılan piyasa mantığı neo-liberal, ama yukarıda, sermaye ve devlet arasında işleyen bildiğimiz siyasî kapitalizm, yani neo-merkantilizm.
Araştırmalarınızda odaklandığınız temel meselelerden birisi de Türkiye’de kamusal alanın neo-liberal dönüşümü. Bundan kastettiğiniz tam olarak nedir? Neo-liberalleşme öncesindeki dönem ile karşılaştırıldığında kamusal alandaki bu dönüşüm nasıl bir farklılaşmaya işaret ediyor? Kentsel dönüşümde neo-liberalleşmeyi yaygınlaştıran devlet politikalarının rolü nedir?
 İlginç bir şekilde neo-liberalizm bir yandan piyasa mantığını yüceltirken aynı zamanda devletin iktidarının pekişmesi anlamına geldi.  Bu bağlamda en önemli olgu Özal’dan beri izlediğimiz özelleştirme pratiği.  Fakat bu olguya biraz daha geniş bir perspektifle bakmamız lazım ki kentlerdeki dönüşümü anlayabilelim.  Daha önce devletin sahibi olduğu ve işlettiği fabrika, maden, elektrik santralı gibi değerlerin özel sektöre satılması sırasında bunların bütçeye yük olduğu, rasyonel bir şekilde işletilemediği gibi gerekçeler öne sürülmüştü.  Yeni neoliberal dönemde ise ön plana çıkan ortak alanların, kamuya ait arazinin parası çok olanlara satılması veya uzun dönem kiralanması.  Sadece Türkiye’de değil çok yerde, Çin’de, Hindistan’da, Afrika ülkelerinde, aynı durumu gözlüyoruz: devlet kamuya veya köy, aşiret gibi topluluklara ait olan boş veya ortak alanları kendi malıymış gibi şahıslara satabiliyor.  Osmanlı geçmişinden varis kalan topraklarda “hazine arazisi”nin büyük yer tutması olgusu devlete neredeyse sonsuz bir kaynak oluşturuyor.  Başka toplumlarda olduğu gibi Osmanlı’da da bir toprağın mîrî olması devletin burada istediği tür tasarruf yapabileceği anlamına gelmez.  Devlet toprağın kamu adına mütevellisi, hâmisi, kahyası ve koruyucusudur.  Ama neoliberal devlet toprağı örneğin HES’lere tahsis ederek bu konumunu reddetmiş oluyor.  Kayyum olması gerekirken mirasyedi gibi davranıyor.
Kente geldiğimizde olay daha da sorunlu bir hal alıyor.  Bütün gelişen ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de kentlerin büyümesi söz konusu.  Bilinen nedenlerle kentler büyüyünce toprak değerleniyor, ve iştah açan bir rant olgusu ortaya çıkıyor.  AKP iktidarı TOKİ’yi ortaya çıkararak bu rantın paylaşılmasını kendi tercihlerine uygun bir şekilde dağıtmanın yolunu buldu.  1980’lere kadar popülist bir uygulama vardı, kente gelenler boş bir arsa bulup gecekondularını diktiklerinde devlet kendilerine bir müddet sonra tapuya dönüşecek bir doküman veriyordu.  Kent sermayesi gelişince, küreselleşme talebi artırınca, toprağın böyle ucuza tahsis edilmesine karşı çıkışlar başladı: toprak iyice metalaştı, yani popülist yöntemlerle dağıtılmak yerine neo-liberal piyasa mantığının gerektirdiği gibi pazarda alınıp satılır olmaya başladı.  Toprağın metalaşması gecekondu pratiğini bitirdi; hazine arazisini metalaştırma devlet açısından cazip bir seçeneğe dönüştü.  TOKİ de böylece devreye girdi.  TOKİ’nin gözüne kestirdiği devlet malı toprak inşaata açılmış oluyor, ve müteahhitlere veriliyor.  Bu inşaat firmaları bunun karşılığında TOKİ’ye orada veya başka bir yerde apartman dairesi veriyorlar.  Kentsel dönüşüm projeleri ise üzerinde yerleşim olan kent arazisinde aynı uygulamanın işletilmesi.  Kentsel dönüşüme uğrayan mahalleler genelde kent içinde, yani zaten değerlenmiş yerler, dolayısıyla da yenilemek, “geliştirmek” açısından çok cazip.  Bu çerçeveyi kamusal alan açısından, özellikle de Gezi olaylarını tetikleyen proje bağlamında düşünebiliriz.  Burada İstanbulluların, özellikle de gençlerin en çok kullandıkları kamusal alan Taksim’de herkese açık bir parkın arsasını satmak söz konusuydu.  Bu arsayı satın alacak şahıs(lar) herhalde iktidarın yakınları olacak ve şehrin merkezine (yani rantın en entansif (e.n. yoğun) olduğu mekana) kamuya açık bir alan yerine ancak para vererek girilebilecek AVM/otel/kafe gibi bir mekan dikilecekti.  Yine devlet, kimseye sormadan geliştirdiği bir projeyi, özel mülk sahibiymiş gibi gerçekleştirmek arzusundaydı.  TOKİ’nin önceki uygulamalarına, Sulukule’nin, Tarlabaşı’nın dönüştürülmesine bazı tepkiler gelmişti ama bunlar yeterince geniş bir platform oluşturamadılar.  Olay herkesin her an gözü önünde olan Taksim meydanına sıçrayınca tepki de genişleyebildi, ve çok daha doğrudan siyasî bir görünüm aldı.  Yukarıda sözünü ettiğimiz yeni orta sınıfın başını çektiği daha etraflı bir harekete dönüştü.
Bu dönüşüm kentliler ve kentli hayatı için ne anlama geliyor?
Son 20-30 yılda İstanbul’un mekansal gelişmesi bildiğimiz kapitalist kentleşme şemasına uygun bir şekilde cereyan ediyor.  Kentin 1950’lerde oluşmaya başlayan sınıfsal karmaşıklığı giderek ayıklanıyor.  Eğer trendleri sayacak olursak, merkezdeki bir çok mahalle mutenalaşıyor (gentrified oluyor).  Buralarda daha genç, daha modern kentli yaşam arayan (galeriler, lokantalar, vs. gibi), şehrin nimetlerinden yararlanmaya vakti ve parası olan kesimler yerleşiyor.  Daha üst sınıf zenginler Göktürk, Beykoz gibi yerlerde sitelerde veya kent merkezine daha yakın rezidanslarda yaşıyorlar.  Apartmanlaşan eski gecekondu semtlerinden çıkmak isteyenler, yeni orta sınıf çalışanları, Fatih, Beşiktaş gibi sıkışık mekanlardan daha modern apartman ortamlarına nakletmek isteyen eski ve yeni orta sınıf, yeni açılan mekanların içinde Bahçeşehir’den Maltepe’ye kadar geniş bir uzantıdaki çok katlı, AVM’li, çocuk parklı, bazen okulu da olan seçeneklere talip oluyorlar.  Bazıları daha çok markalı daha çok yeşil alanlı, manzaralı sitelere taşınıyor, diğerleri ise daha kalabalık, daha mütevazı olanlara.  Bu yeni siteler içinde “her keseye uygun” apartman dairesi mevcut.  Oluşan nüfus haritasında işçilere ve sabit gelirli emeklilere düşen pay ise giderek kentin daha da uzağına çekilen düşük kalitede apartman daireleri.  Bildiğimiz gibi bunların önemli bir kısmı da TOKİ’nin elinden çıkıyor.  İstanbul’un çok eskiden kalma, konakla kulübeyi aynı sokakta barındıran dokusu kapitalizmin belirlediği bir mekansal ayrışım geçiriyor.  Neo-liberal devlet de bu ayrışımı hızlandırmak için gereken politikaları vahşi bir etkinlikle uyguluyor.
Kentin modernleşmeyle beraber anılmasının en önemli nedeni bireylerin kendi cemaatlerinden olmayan insanlarla kamusal alanda karşılaşıp diyaloğa girebilmeleridir.  Yani kamusal alan kentin tanımlayıcı özelliklerindendir.  Kamusal alanın düşmanı ise mekanları servete, gelire ve tüketim kapasitesine göre ayrıştıran kapitalist gelişmedir.  İnsanlar kendilerine benzeyenlerle beraber kapalı sitelerde yaşamaya ikna edilince, mahalleler gelir düzeyine göre ayrışınca, İstiklal Caddesi yüksek tüketim potansiyeli olanlara yönelik mağazalar ve AVM’lerle dolunca, Taksim Meydanı özelleştirilip siyaset yapmak isteyenlere Yenikapı’da bir milyonluk boş meydan tahsis edilince, kamusallığın mekanı da giderek daralır.  Kent birleştirici değil ayrıştırcı olmaya başlar; metropolis yerine organik bütünlükten vazgeçmiş bir cemaatler topluluğuna dönüşür.
 III. Kalkınma ve Yoksulluk
 2005 yılında, Ayşe Buğra ile beraber, Avrupa Komisyonu için hazırladığınız “Türkiye’de Büyük Kentlerin Gecekondu ve Çöküntü Mahallelerinde Yaşanan Yoksulluk ve Sosyal Dışlanma” başlıklı raporda yoksulluğun önüne geçmek için, en azından geçici bir çözüm olarak, kırsaldan şehire göçün hızının yavaşlatılmasını öneriyorsunuz. Kapitalizmin Batı’daki tezahür ediş biçimini göz önüne alacak olursak, böyle bir çözümü Türkiye’de mümkün kılan nedir?
 Türkiye’de tarımdan kopmak her zaman köyden kopmak anlamına gelmedi.  İnsanlar kente geldiler ama köyle ekonomik ve kültürel ilişkilerini sürdürdüler; o nedenle de kentteki hayatlarını bir miktar daha rahat yaşadılar.  Böyle bir imkan ancak aile çiftliklerinin hakim olduğu bir kırsal yapıda söz konusu olabilirdi.  Mesela büyük toprak sahipliğinin hakim olduğu bir durumu düşünün: teknoloji değişince veya tarım dışında istihdam olanakları artınca daha önce ortakçı veya kiracı olarak çalışan köylüler kente göçerler.  Ama bunlar tekrar köye dönmek istediklerinde gidecek yerleri artık kalmamıştır.  Küçük mülkiyet durumunda ise köylü topraktan zorla çıkartılmadı; çoğunlukla da toprağını elinde tuttu.  Dolayısıyla köye dönmek her zaman bir imkan olarak kaldı. Burada tabii büyük istisna Doğu ve Güney Doğu. Kürt bölgelerinden özellikle 1990’larda yaşanan zorunlu göçe tâbi kalmış insanların köye dönmek gibi bir imkanları neredeyse hiç olmadı ve zorunlu olduğu kadar bir o kadar da çileli bir proleterleşme sürecinden geçtiler, geçiyorlar.
Tabii ki kente gelen köylüler öncelikle ücret geliriyle geçiniyorlar.  Ama, yazları köye dönmek, emekli olunca memlekete gitmek gibi seçenekler de tamamen kapanmıyor.  Özellikle kentte yaşamın zorlaştığı bir dönemde köye dönmek, ve bir tür tarımla iştigal etmek cazip hale gelebiliyor.  Son yıllardaki kriz döneminde işsizlik olgusu bütün dünya ülkelerinde en önemli sorun olarak ortaya çıkıyor.  Unutmayın ki kapitalizm artık öyle bir çizgiye girdi ki fazla emeğe ihtiyaç göstermiyor.  Hep söylendiği gibi insanlar sermaye tarafından sömürülmek için iş bulmak istiyorlar, fakat sermayenin onlara ihtiyacı yok.  Peki ne yapsınlar bu insanlar?  İşte bu bağlamda Türkiye tarihinin özgül koşulları devreye girebiliyor: kentten çıkıp köye geri dönmek bir seçenek olarak ortaya çıkıyor.
Şehirleri ucuz emek deposu olarak gören endüstriyel ve hizmet sektörlerine dayalı kalkınma politikalarının kentsel yoksulluğun üretilmesinde içkin bir rol oynadığını düşünecek olursak, bir önceki soruda bahsi geçen öneriniz kentsel yoksulluğun giderilmesinde nasıl bir rol oynayabilir?
 Türkiye İstatistik Kurumu’nun rakamlarına göre son 6 yılda toplam tarım istihdamı %25 kadar artmış.  2007 yılına kadar sürekli azalan bir tarım istihdamı gözüküyor, bundan sonra ise her yıl artış var.  Yani, eskiden kente veya kasabaya göçmüş insanların bir bölümü kırsala geri dönüyor.  Bu insanlar toprakları olmasaydı dönmezlerdi.  Çok toprağa da ihtiyaçları yok.  Yeni tüketici talebine yönelik, turfanda, organik, butik, ve küresel pazarlara gönderilen ürünler daha çok entansif yöntemlerle, küçük topraklarda, küçük ölçekli seralarda yetiştiriliyor.
Türkiye’nin nüfus coğrafyasının özellikle son yirmi yılda değiştiğini görüyoruz: ülkenin sahil kesimlerinde, kent ve köylerde, yaşama eğilimi artıyor.  Bu yörelerde köylüler emek yoğun ürünlerde uzmanlaşıyor, ama bir yandan da tarım dışı faaliyetlerde ücretli olarak çalışıyorlar.  Bu yaşam şekli büyük çapta turizm sektörü sayesinde oluyor.  İnsanlar yılın bir kısmında otellerde, yazlıkçıların oturduğu yörelerde, inşaat veya hizmet sektörlerinde çalışıyorlar; daha sonra kendi topraklarına dönüp tarla, bahçe veya seralarda üretim yapıyorlar.  Eskiden kentlere göçen insanlar modern’i aramaya geliyorlardı, ama artık köylerde, kasabalarda da istedikleri medyaya, tüketime ulaşabiliyorlar, hiçbir yerleşim ücra değil.  Yani Türkiye’nin tarihî ve toplumsal koşulları köyle kent arasında yeni bir denge oluşturuyor gibi.  Belki de gelecekte büyük kentlerin iyice şişeceğini kırsalın da boşalacağını beklemek yanlış.
Sorduğunuz soruya geri dönersek, Türkiye’nin kırsal yapısı her zaman kent yoksulluğunu azaltıcı yönde bir faktör olmuştu.  Bugünkü konjonktürde ise yeni bir kent/kır dengesi oluşmasında etkili oluyor.
Kaynakça:
Adaman, F., & Keyder, Ç. (2006). Türkiye’de büyük kentlerin gecekondu ve çöküntü mahallelerinde yaşanan yoksulluk ve sosyal dışlanma. Avrupa Komisyonu Raporu.http://ec.europa.eu/employment_social/social_inclusion/docs/2006/study_turkey_tr.pdf
 Buğra, A., & Keyder, Ç. (2006). The Turkish welfare regime in transformation. Journal of European social policy16(3), 211-228.
 Keyder, Ç. (2005). Globalization and social exclusion in Istanbul. International Journal of Urban and Regional Research29(1), 124-134.
Keyder, Ç. (2012). Yeni Orta Sınıf. Bilim Akademisi Derneği 34(179/148), 1-4.http://bilimakademisi.org/sites/default/files/duyuru/Yeni%20Orta%20Sınıf.pdf
Keyder, Ç. (2013). Law of the Father. London Review of Books Blog.http://www.lrb.co.uk/blog/2013/06/19/caglar-keyder/law-of-the-father/
Kuyucu, T. (2012). Çağlar Keyder. Development and Change43(1), 361-373.

31 Mart 2013 Pazar

Gündüz Vassaf, Dünyanın En Garip İnsanları

Radikal 31 Mart 2013


Sosyal bilimciler, davranışlarımıza ilişkin kuramlarını Batılı deneklerin özelliklerinden yola çıkarak kurma gafletindeler.
Kendimizi nasıl tanıyoruz? 
Ben. Norveçli yazar. Habeşli maratoncu. Japon aşçı. Hintli psikiyatr. 
İnsan çevresini nasıl algılar? 
Haklılık deyince mesela, değerleri nedir? 
Başta psikologlar, sosyal bilimcilerin evrensel insan tanımı, kendi kümeslerindeki görüntülerinin aynası. 
Kim bu psikologlar? Amerikalılar. 
Kimler üzerine araştırma yapıyorlar? Amerikan üniversitelerinde okuyan öğrencileriyle! Buradan çıkardıkları sonuç:
Evrensel insan tanımı. 
Dünyamızda kime deli dendiğinden, zekâ testleriyle kime akıllı, kime aptal dendiğinin, ABD’de geliştirilen kategoriler ve araçlara dayalı olduğu gerçeğini ilgililer neredeyse sır gibi saklar. Saklarlar çünkü para kazanmalarını bu araçların kullanımına borçlu psikiyatr ve psikologlar, güvenilirliği, geçerliliği zan altında uygulamalarının gün ışığına çıkmasını istemezler. 
Peki, normal insan kimdir? 
Psikologlara kalsa, Amerikalılar. 
Aynı soruya antropologların cevabı? 
Amerikalılar dünyanın en garip insanları. 
British Columbia Üniversitesi’nden Heine, Norenzeyan ve Henrich’in ortak makalelerinin başlığı da bu ismi taşıyor: ‘Dünyanın en garip insanları’. 
En garip insanları çünkü başka kimseye benzemiyorlar. Psikologların evrensel geçerliliği olduğuna inandıkları bilişsel özellikleri nereden biliyorlar? Araştırmalarından. Araştırmaları kimlerle yapıyorlar? 2003-2007 yılları arasında dünyanın (yani ABD’nin) önde gelen altı psikoloji dergisinde konu olan araştırmalarda deneklerin % 70’i Amerikalı, % 96’sı Batılı! Doların her yerde geçer akçe olduğu koşullanmalarında, araştırma sonuçlarının da herkes
için geçerli olduğu varsayımlarında, farklı kültürlerden insanlarla araştırma yapma zahmetine katlanmıyorlar. Sade onlar mı? 
Dünyanın berisinde, derslerinde, kitaplarında onların papağanlığını yapan psikologlar, sosyal bilimciler de aynı yolun yolcusu. İşte iktisatçılarla psikologların evrenselliğine inandıkları ünlü ‘hakkaniyet’ deneyi (ultimatum game). Bir kişiye 100 dolar verilir. Bunu tanımadığı bir kişiyle paylaşması, o kişi önerilen miktarı az bulursa, deneklere, her ikisinin de beş kuruş almayacağı bildirilir. Batı kültüründe deneklerin tipik davranışı, yani paranın yarı yarıya bölünmesi, başka kültürlerde geçerli değil. Antropologlar aynı deneyi 12 farklı ülkede tekrarlamışlar. Kimi kültürlerde aza razı olunup, şans başkasına daha çok güldü, onu niçin cezalandırayım diye düşünülürken kiminde de 100 dolar verilen kişi paranın çoğunu başkasına vermiş.
Evrensel diye bilinen kimi göz yanılsamalarının bile en çok Batılılara, onların mimaride çizgili-köşeli egemen yaşam tarzını benimseyenlere özgü olduğunu da biliyoruz. Türümüzün ilk temsilcileri diye bilinen Afrikalı San’lar örneğin, resimdeki iki çizgiyi de, gerçekte de olduğu gibi, eşit uzunlukta görür. Başka kültürlerde de öyle. 
Özet: İnsan beyni her yerde aynı. Ancak beyin bağlantıları ile ilgili bilişsel özellikler kültürlere göre değişebiliyor. Lakin sosyal bilimciler, davranışlarımıza ilişkin kuramlarını Batılı deneklerin özelliklerinden yola çıkarak kurma gafletindeler.