yüzünde acemi bir varoluşun endişesi. ürkek bakışların söylediklerini sahici kılıyor. bir çocuk tereddüdüyle yaklaşıyorsun, aslında yaklaşmalardan korkuyorsun ya, ondan olacak, sana elimi uzatınca, arkanı dönüp koşarak uzaklaşıyorsun. çoğu zaman gösterişsiz ve sade, bazen hırçın; öfken ancak insana ve doğaya yabancı olana. sadelik ve inat, bu yüzden sanırım, sana inanıyorum.
bozkırlarda ve dağlarda ortaklaşıyoruz, düşünsene, başka kim bilebilir bozkırın sahici dinginliğini ve ermişliğini. kalabalık bir metropolden taşraya kaçışlarımız, aslında tüm kaçışlarımız taşra. senin sadeleğinde, bozkırın dinginliği, ya da bilemiyorum, bir taşra kentinde uzun, geniş ve sessiz bulvarlar. huzursuzluğun, bir taşra sıkıntısı kadar, nihayetinde geçici.
çocukluğumdan kopmuşsun belki, ben yarım kalmışım. sen çocukluğum, tek katlı ahşap bir evde büyümüşüz, bahçemizde incir ağacı ve mahallemizde bitmek bilmeyen serin çamaşır kokusu. bir aralık yakalamışsın, hayatıma sızmışsın, mühim değil. gelmişsin ya nihayet, geçmişi hatırlatan taze bahar havası, günlerden cumartesi, ikindi saatleri, inan ki, sokakta çıt yok, kapının önünde sessizce yan yana oturmuşuz, büyümeyi bekliyoruz. sen bana çocukluğumu getirmişsin.
ancak, vapurlar, anaforlar ve sefalet bu şehri tanımlar. sürekli bir akış, kopuşlar, yüzlerini artık anımsamadığım dostlar, sonrası yoksunluk. bu şehrin nemli havası beni rahatsız ediyor, işlek caddelerde karbonun yıkıcılığı, kendimi bildim bileli bu şehirde içime kapanıyorum. odam her zaman dağınık, sonu gelmez bir çabayla ben odamı topluyorum, sürekli toparlamaya çalışıyorum. çiğ bir yalnızlık üstelik, gerisi, gündelik karşılaşmalar.
oysa, sen çocukluğum, kavurucu bir yaz gününde, taşranın derininde, yolumuza rastgele çıkmış bir çeşme başında, beni serinlemeye çağırıyorsun. yamaçlarda yürüyoruz, patikalarda, yalın ayak toprağa basıyoruz; rüzgar tepelerden kekik kokusu taşıyor. bir çam ağacının gölgesinde, yan yana oturuyoruz sessizce, büyümeyi ve huzurla ölmeyi bekliyoruz.