30 Haziran 2010 Çarşamba

some intellectuals

"To have faith means to dare, to think the unthinkable, yet to act within the limits of the realistically possible; it is the paradoxical hope to expect the Messiah every day, yet not to lose heart when he has not come at the appointed hour. This hope is not passive and it is not patient; on the contrary, it is impatient an active, looking for every possibility of action within the realm of real possibilities. Least of all it is passive as far as the growth and liberation of one's own person are concerned.... The situation of mankind is too serious to permit us to listen to the demagogues - least of all demagogues who are attracted to destruction - or even to the leaders who use only their brains and whose hearts have hardened. Critical and radical thought will only bear fruit when it is blended with the most precious quality man is endowed with - the love of life."

Erich Fromm (1973) The Anatomy of Human Destructiveness, page 438

gayri-resmi eğitim ansiklopedisi güzel bir hizmet yapmış. marksist, yapısalcı, post-yapısalcı falan demeden bi kısım düşünürler üzerine kısa yazılar neşretmiş. kısa ve kolayca okunan yazılar olduğu için, hayretinize mucib olur diyerek paylaşayım dedim.

http://www.infed.org/thinkers/index.htm

17 Haziran 2010 Perşembe

taziye.

incecikti, fidandı, yani senin anlayamayacağın gözlerinde uçurumlar
barış dediğinde, soluğu kesilen, gözlerinin içi alev, geceye lacivert parlar
inan çok üzgünüm, kırgınım, küskünüm

barış için elini uzatan kardeşinin eline kelepçe vurmak,
barış için elini uzatan kardeşinin elini uçurum kenarında bırakmak,
barış için elini uzatan kardeşini aldatmak,
ahlaksızlıktır!

14 Haziran 2010 Pazartesi

gazetecime dokunma!

irfan aktan'ın arkasındayız.
ankara üniversitesi iletişim fakültesi tarafından oluşturulan,
gazetecime dokuma kampanyasına destek vermek için tıklayın.

13 Haziran 2010 Pazar

vatandaşlık geliri ve marksist alternatifi üzerine

Vatandaşlık Geliri Sol bir Talep mi?
Ahmet Tonak
Bilgi Üniversitesi, Radikal İki, 6 Haziran 2010
Ayşe Buğra’nın, geçen hafta Radikal 2’de tekrar gündeme getirdiği ‘vatandaşlık geliri’ önerisinin çözmeye çalıştığı sorun, yani ağırlıklı olarak işsiz yoksulluğu, her ne kadar solun gündeminde olması gereken yakıcı bir sorun ise de, önerinin kendisi dayandığı varsayımlar ve siyasi değerlendirmeler itibarıyla yeterince sol değildir. Daha açık konuşmak gerekirse Marksist, sosyalist değerlere ve değerlendirmelere uzak, sol yelpazenin sağ ucundan üretilmiş bir öneridir. Bu yanıyla, ‘vatandaşlık geliri’nin, özellikle Keynes sonrası Batılı kapitalist ülkelerde çeşitli adlarla uygulanan nakdi yardımlardan özünde bir farkı yoktur. Önereceğim alternatife geçmeden, ilkin bu iddiamı bir ölçüde temellendirmem doğru olur.
‘Vatandaşlık geliri’ talebinin doğru kavranılması için bazı kavramsal sorularla başlamakta yarar var. Niçin “vatandaşlık ücreti” değil de “vatandaşlık geliri” deniyor? Ücret, bilindiği gibi tıpkı kâr, faiz ve rant gibi bir gelir biçimidir. ‘Vatandaşlık geliri’ kavramıyla, yoksulun çalışsa da çalışmasa da doğrudan devletten alacağı nakdi bir yardım tanımlandığı için bu kavramda ‘gelir’ sözcüğünün tercihi akla yatkındır. Bu yanıyla, “vatandaşlık geliri” talebi, burjuvazi ile emekçileri değil, devlet ile emekçileri karşı karşıya getirir. Bu da, sermaye ile emek arasındaki mücadelenin eksenini birey-devlet sorunsalına kaydırmak anlamına gelir.
Buğra’nın yazısında, devletin yapacağı bu nakdi transferlerin “işçinin pazarlık gücünü” artırarak “temel sınıf eşitsizliği”ni “dengeleyici bir rol oynayacağı” da iddia ediliyor. Sınıf eşitsizliğinin dengelenmesi beklentisi, bence ‘vatandaşlık geliri’ talebinin yaslandığı siyasi motivasyonu açığa vuruyor. ‘Vatandaşlık geliri’ önerisi ile sermaye emek çelişkisinin kendisi değil, bu çelişkinin doğurduğu yoksulluğun ortadan kaldırılması hedefleniyor.
Refahı kim ödüyor?
İster ‘vatandaşlık geliri’ densin, ister refah devleti literatüründe kullanıldığı şekliyle ‘sosyal ücret’ vs. densin, devletin nakit transferleri yoluyla, yoksulluğu tedavi eder gibi yaparak sermaye emek çelişkisini yumuşatmaya çalışması yıllardır deneniyor. Doktora tezimden bu yana, aşağı yukarı 30 yıldır bu uygulamayı emekçiler açısından irdelemeye çalışıyorum. Bazılarını New School’dan Anwar Shaikh ile birlikte gerçekleştirdiğim ABD üzerine olan çalışmalar, geliştirdiğimiz ampirik metodoloji ile daha sonra başka araştırmacılarca Avustralya, Kanada, Almanya, İsveç, Yeni Zelanda, İngiltere ve Türkiye için de tekrarlandı. Bu çalışmaların temel sorusu emekçilere dönük toplam harcamaların gerçek kaynağının ne olduğuydu. Anwar Shaikh’in Who Pays for the “Welfare” in the Welfare State? Multicountry Study (Refah Devletindeki “Refahı” Kim Ödüyor? Çok Ülkeli Bir Çalışma) makalesinde dökümünü verdiği bu araştırmaların ortaya çıkardığı çıplak gerçek şu: Emekçilere dönük sosyal harcamaların ABD’de tamamını, diğerlerinde ise tamamına yakın kısmını bizzat emekçiler kendi vergileriyle finanse ediyorlar! Emekçilerin devletten edindikleri sosyal harcamaların (nakit transferler dahil) devlete ödedikleri vergileri aştığı (yani ‘sosyal ücretin’ fiili olarak var olduğu) durumlarda bile, bu ‘sosyal ücretin’ milli gelirin yüzde 1-2’si, toplam ücretlerin ise yüzde 3-5’i mertebesinde olduğunu da belirteyim.
Peki, o zaman ‘vatandaşlık geliri’nin Marksist alternatifi nedir? Yıllardır her fırsatta dile getirdiğim alternatif iki boyutlu: İlki iş gününün kısaltılması, diğeri ise yaşanılır ücret uygulamasıdır (her döneme ve bölgeye göre hesaplanacak bir tür rahatça yaşanılacak ücret-’living wage’). Daha geçen haftaki Birgün yazımda ele aldığım için burada ayrıntısına fazla girmeyeceğim iş gününün kısaltılması önerisi, işsizliğin, büyük ölçüde hemen şimdi çözümüdür. Bunun için yapılacak şey son derece basittir. Pek özendiğimiz AB ülkelerinden Fransa’daki yedi saatlik iş günü uygulamasına geçmek tabii, 2008’de sağ kesimlerin sulandırdığı haline değil. Yedi saatlik işgünü uygulaması anında, ceteris paribus, işsizliği yüzde 12,5 azaltacaktır! Yani, şu andaki resmi işsizlik aşağı yukarı hemen sıfırlanmış olacak, neredeyse, tam istihdam sağlanacak!
Bu tür bir iş gününün kısaltılması önerisi teorik olarak, işsizliği büyük ölçüde çözmekle birlikte ‘çalışan yoksul’ sorununu çözmeyebilir. Hatta saat başı ücretlerde düzenleme yapılmazsa yoksullaşmayı artırabilir bile. O zaman, bir yandan iş gününü kısaltırken, öte yandan da saat başı ücretin o şekilde artırılması gerekir ki, emekçilerin sürünerek değil, yaşanılır ücret alarak rahat bir biçimde yaşamaları sağlanmış olsun.
Yaşanılır ücret
Tanımın ima ettiği veçhile, asgari ücretin bir hayli üzerinde, zamana ve yaşanılan bölgenin özelliklerine göre sık sık yeniden hesaplanarak ayarlanması gereken yaşanılır ücret gerçekçi bulunmayabilir. Ama, bu eleştiriyi yapanlar bile, yaşanılır ücret talebinin bizzat kapitalistlerin kârına göz diken yanını ve de sermayenin bu seviyede bir ücreti vermemek için elinden geleni yapacağını teslim edeceklerdir. Tam da bu nedenle, yani sermayenin direnciyle karşılaşacağı için yaşanılır ücret kampanyaları katılanları radikalleştirme, sistemi sorgulamaya yöneltme potansiyelini içerir. Yaşanılır ücret kampanyalarının birçok tekil mücadelede emekçilerin ücretlerini, dolayısıyla hayat standartlarını yükseltici zaferler kazandığını biliyoruz (İngiltere, Avustralya,Yeni Zelanda, Kanada ve ABD’deki başarıya ulaşmış örnekler için Living Wage Movements: Global Perspectives/ Yaşanılır Ücret Hareketleri: Küresel Perspektifler). Şahsen yakından gözlemlediğim Harvard Üniversitesi öğrencilerinin üniversite destek personeline sağladıkları yaşanılır ücret’ten (2001-3), daha geçen hafta New York Times’tan izlediğim New York Belediye Meclisi’nde görüşülen inşaat işçilerinin saat ücretini 10 dolara yükseltecek yasa tasarısına kadar farklı örnekler, yaşanılır ücret için mücadeleyi, devletin muhtemelen dağıtacağı paraya bel bağlamaktan daha cazip kılıyor.
Sonuç olarak, şirket ve banka iflasları furyasına, Yunanistan’la başlayan devlet iflaslarının da eklenmeye başladığı günümüz depresyonunun bu safhasında, muhtemelen pratikte yine kendi vergileriyle finanse edilecek ufak tefek nakit transferlerinin emekçileri tatmin etmeyeceği açıktır. Dolayısıyla, yukardaki eleştirilerimizin yanı sıra özellikle günümüz koşullarının niteliği yüzünden de ‘vatandaşlık geliri’ önerisinin yandaş bulamayacağını düşünüyorum. Bu açıdan günümüz bağlamında, hem kapitalist gerçeklikle yüzleşme imkânı verdiği hem de doğrudan sömürü oranını azaltmayı hedeflediği için yaşanılır ücret sosyalistlerin tercih edebileceği bir politikadır. Aynı zamanda da iş gününün kısaltılması talebinin olmazsa olmazıdır. Bu talepler için birlikte yürütülecek mücadele hepimize, yoksulluk ve işsizlik sorunun çözümünün, kapitalizm içi sınırlarını gösterecektir. Belki de bu süreç, bizleri yüzünü devlete değil, sosyalizm tahayyülüne dönenlerle, o tahayyüle yakışanı yapmaya yöneltir.

julia kristeva'dan

Modern insan için en büyük sorun görüntü kirliliğine uğramak... Sosyal faktörlerin etkisi, aileden ayrılması, otorite-baba eksikliği, değer krizleri, işsizlik, göç... Tüm bunlar modern insanın sorunu... Bir yandan da gösteri dünyası var, eve gidiyorsunuz televizyon izliyorsunuz ve görüntü (imaj) zehirlenmesi yaşıyorsunuz. Bize bilgi veriyorlar ama bize fikrimizi sormuyorlar, konuşmayı unutuyoruz. Böyle bir durumda okumak tehdit altında kalıyor. Kitap, görüntünün yanında ayakta kalamıyor, entelektüel olarak bir şey üretemez hale geliyoruz. Yalnızlaşıyoruz. ‘Ruhun Yeni Hastalıkları’ kitabımı yazarken, bu şartlar altında modern insanın psişik alanını kaybettiğine değindim. Modern insan yalnızlık duygusuyla başedemiyor, insanlar içselliğini ve özgün fikirlerini kaybediyor, kendilerine ait bir fikir üretemiyorlar...
Aşk yok; çünkü biz sinik, bilinçli, uyanık, aklı başında ve her şeyi ortada varlıklarız. İnsanlar hayal kırıklığına uğradıkça inançsızlaşıyor, kimseye inanmamaya başlıyor. Fakat bu hayal kırıklığının, bu sinizmin yanında spritüel arayışlara da giriyorlar... Kimse beni sevmiyor ama Tanrı var diyorlar... Herkes bana ihanet etti ama ben Tanrı’ya inanıyorum diyor insanlar. Oysa psikanaliz hem Tanrı’yı analiz edebilir hem aşktan bahsedebilir. Aslında mutlak aşk yoktur, sonsuzluğa giden bir arkadaşlık vardır.

Radikal, 13 Haziran 2010, yazının devamı için tıklayın!

11 Haziran 2010 Cuma

[reading advice] the new social theory reader

Edited by Steven Seidman and Jeffrey Alexander
Routledge Press, 2008

Yeni eleştirel sosyal teoriye yön veren tüm düşünürlerin metinlerinin bir araya geldiği çok şahane bir çalışma olmuş. Kimler yok ki? Habermas, Sahlins, Foucault, Bourdieu, Harvey, Fraser, Taylor, Walzer sadece birkaçı. Bir derleme olan bu çalışmada "yeni sosyal teori" ekseninde bahsi geçen düşünürlerin kilit metinleri yer alıyor. Tezin ardından yapılacak okumalar listesinde haklı olarak yerini aldı.

sanat ve arzu seminerleri [ulus baker ve diğerleri]

istanbul, avrupa kültür başkenti oldu olalı böyle seminer serisi görmedi, göremeyecek. belki de "sermaye başkenti" etkinliklerinin tek hayırlı olayı. "sanat ve arzu seminerleri" önümüzdeki günlerde sanat üretim merkezi'nde gerçekleştirilecek. bu vesileyle, sevgili ulus baker'e rahmet diliyorum.

http://www.sanatvearzu.net/ buradan program ve içerik hakkında malumat sahibi olabilirsiniz.

Arzunun Halleri: Yaratıcı ve toplumsal özne tasarımlarına yönelik güncel kuramsal açılımları barındıran bir çerçeve.

Sanat ve Biyopolitika: Neo-liberal toplumsal iktidar aygıtları içerisinde sanatsal ve kültürel üretimin işlevlerini tartışmaya yönelik bir çerçeve.

Sanat ve Otonomi: Son yıllarda özellikle İstanbul'da ve diğer uluslarası merkezlerde, mevcut kurumsal üretim ve dolaşım düzenekleri dışında gerçekleştirilen ve bağımsız olarak örgütlenen sanatsal ve kültürel üretim insiyatiflerin sunumuna ve eleştirel değerlendirilmesine yönelik bir çerçeve.

İmgenin Halleri: Sinema ve fotoğraf sonrası gelişen, sayısal ve interaktif iletişim teknolojilerinin egemenliğinde kurulan yeni görsel-işitsel rejimlerin izini sürmeye yönelik bir çerçeve.

2 Haziran 2010 Çarşamba

ali şimşek ile "yeni orta sınıf"

"rahatı kaçmış, endişeli bir sınıf" 31 mayıs 2010



geçtiğimiz günlerde birgün'de "yeni orta sınıf" üzerine enfes bir yazı dizisi yayınlandı. sencer ayata'nın chp'nin yoksulluk ve sınıf vurgusu ile oluşan, yeni vizyonunu tanımlamak için kullandığı "yeni orta sınıf" bu vesileyle bağlam kazanmış oldu.