31 Mayıs 2011 Salı

sareri hovin mernem

ermenicesi:

sareri hovin mernem
hovin mernem, hovin mernem,
im yari boyin mernem,
boyin mernem,boyin mernem

gaynel em, kal chem garogh,
kal chem garogh, kal chem garogh.
ltsvel em, lal chem garogh,
lal chem garogh, lal chem garogh.

mi dari e chem desel
desnoghi, yar, achkin mernem
kedereh chur chen perum,
kezanits lour chen perum

chlini seret sarel eh?
ko sereh yar, zur chen perum
gaynel em kal chem garogh
kal chem garogh kal chem garogh.

ltsvel em, lal chem garogh,
lal chem garogh, lal chem garogh.
mi dari e chem desel
desnoghi, yar, achkin mernem

türkçesi:

dağların rüzgarına öleyim
yarimin boyuna öleyim
bir yıldır ki görmemişim
görenin gözüne öleyim

durmuşum gelemiyorum
dolmuşum ağlayamıyorum
bir yıldır ki görmemişim
görenin gözüne öleyim

kaynak: ekşisözlük

29 Mayıs 2011 Pazar

mekan ve kapitalizm üzerine

Azad Gündoğan, bianet, 3 Mayıs 2008, yazının orjinaline buradan ulaşabilirsiniz.

Şimdi ve Burada: Şehirleri Geri Almak, An(ı)lara Sahip Çıkmak

Toplumsal teoride mekan, tam olarak görmezden gelinmiş diyemesek de maddi yaşamın bir arkaplanı, tüm insan gerçekliğinin içine konduğu bir kap ya da bir kutu olarak ele alınageldi. Halbuki, 1990'larda birçok coğrafyacı, kent sosyoloğu ya da mimar, Fransız düşünür Henri Lefebvre'den aldıkları ilhamla mekanın bu şekil bir sahne olmaktan ziyade insan gerçekliğinin bir ürünü, onu şekillendiren ve onun tarafından şekillendirilen dinamik, çelişki ve çatışmalarla dolu bir toplumsal ürün olduğunu söylediler. Lefebvre'e göre kapitalist birikim çağında modern kent toplumsal mekan üretiminin aldığı yeni şekil oldu.Modern kentin birçok açıdan farklı okuması yapıldı. Friedrich Engels, İngiliz İşçi Sınıfının Koşulları adlı çalışmasında İngiliz sanayii kentlerine bakarak kapitalist birikim sürecinde işçi sınıfının nasıl gayri-insani koşullarda yaşamaya zorlanarak gettolara itildiğini gösterdi. Diğer yandan Walter Benjamin, Henri Lefebvre ve Guy Debord kapitalizmin farklı dönemlerinde gündelik yaşamın kentsel mekanda değişim değeri, metalaşma ve tüketim tarafından nasıl kolonize edildiğinden söz ettiler.

Kapitalist ilişkiler sadece işyerinde mi?

İnsan ilişkilerinin her alanına nüfuz etmiş olan ve parayla vücut bulan değişim değerinin farklı veçhelerini gösterdiler bize. İnsanların sadece kitlesel olarak üretmediğini, ancak onları kitlesel olarak tüketmeye de iten bir ideolojik bombardıman altında olduklarını söylediler. Kendisi de metalaşmış olan mekan, mistikleşmiş, fetişize olmuş değişim değeri temelli toplumsal ilişkiler bütünüdür artık.Fakat, kullanım değeri temelli, insani, sömürü içermeyen gündelik yaşam pratikleri hükmünü tamamen kaybetmiş midir, yoksa bakmasını bilmek mi gerekir? Mekan-gündelik yaşam ilişkisine bakmak, kapitalist/ataerkil eşitsizlik ilişkileri üzerindeki sembolik peçeyi kaldırıp, görünenin altındaki asıl ilişkileri görünür kılmamıza yardım edecektir.Gündelik yaşam bu bakan gözden gizlenmiş kapitalist ilişkilerin salt işYERindeki işçi-patron ilişkisi ile sınırlı olmadığını, ta haneye dek girdiğini, sokakta, kahvede, okulda, askerdeyken, her yerde olduğunu gösterir bize. Eşitsizlik ve sömürü, bunların getirdiği çelişki ve çatışma işte bu gündelik "anlarda" gizlidir.

Mekan şimdi, burada sömürülür

Dolayısıyla, ileride bir zamanda patlayacak olan bir devrim anına değil, "şimdiye" ve "buraya" bakmak gerek. İnsanlık tarihi bu patlama anlarıyla dolu; zira mekan dediğimiz toplumsal ilişkiler bütünü içinde, şimdi ve burada sömürülür, baskı altında tutulur, dövülür, tecavüze uğrar ya da öldürülürüz.Ancak işte yine burada ve şimdi kafa tutar, ayağa kalkar, dayanışır, sesimizi yükseltir, iktidarla dalga geçeriz. İktidar da bunu bilir ve mekan ve yer üzerinden de bizimle müzakerede bulunur. Heykeller diker, sokaklara adlar verir, bizi gecekondulara iter, sonra gecekondularımızı yıkar, ya da Taksim meydanını bizlere yasaklar; 1 Mayıs'ı kutlamayalım, 1977'yi hatırlamayalım diye otobüsleri, metroları kapatır.Aynı Taksim meydanı iktidarın tehdit algılamadığı, bizzat üzerinde inşa olduğu değerlerin yeniden üretildiği başka kullanımların da yeridir. Yılbaşlarında kadınların topluca taciz edildiği, maç çıkışlarında milliyetçi gösterilerin yapıldığı yerdir de aynı zamanda.

Milliyetçi, piyasacı, erkek değerler...

Mekan bir sahne değildir, bir "şey" değildir, bir toplumsal ilişkiler bütünüdür. Bu ilişkiler üzerinde yükselen bir semboldür ve hafızadır, hatırlamaktır. Bu yüzden Taksim'i hatırlamak, direnmek, Tuzla'daki işçilere "burdayız, sizi ölüme iten piyasaya hayır diyoruz" demek için, Hrant Dink'i unutmamak için, linç edilen Kürtleri unutmamak için önemlidir.Taksim meydanının simgelediği, bize dayatılan her türlü milliyetçi, piyasacı, erkek değerlere hayır demenin, bunları reddedip alaşağı etmek bu nedenle önemlidir. Mekan salt bir sahne değildir, onu biz yaratırız. Dolayısıyla ne Taksim meydanı, ne Tuzla, ne Gebze, ne Diyarbakır ne de Valinin sultasına almaya çalıştığı İstanbul salt bir yer, bir şehir değil.Buralar hatırlanması gereken bu tür kafa tutma "anlarının" mekanları. Şehir, sadece kapitalizm canavarının mağarası, bizleri topluca kapattığı bir kafes değil, umudun, dayanışmanın da mekanı. Dolayısıyla şehire olan hakkımızı talep etmeli ve şehrimizi, tüm an(ı)larıyla geri almalıyız, yediğimiz coplara, soluduğumuz biber gazına inat.

19 Mayıs 2011 Perşembe

iki yakışıklı kitap

ilgilisine, leyla neyzi, nasıl hatırlıyoruz, türkiye'de bellek çalışmaları kitabıyla önemli bir literatür boşluğunu dolduruyor. bilhassa, hafıza çalışmaları ile iştigal etmeye yeni başlamış okuyucuya, toplumsal hatırlama ve unutma biçimleri üzerinde kafa yoranlara tavsiye olunur.

sezgi durgun, memalik-i şahane'den vatan'a adlı eseriyle yine türkiye'de ihmal edilmiş bir alana eğilmiş: milliyetçiliğin mekan üzerinden tahayyül edilmesi ve inşa edilmesi. türkiye'de mekan çalışmalarına yeterince özen gösterilmediğini vurgulamak gerek. oysa iktidar ilişkilerinin kurulması en sarih biçimde mekandaki imgeler, semboller ve figürler üzerinden okunabilir. tabii mekanı her zaman somutlamamak gerekir. bahsi geçen mekan "vatan" kavramsallaştırmasında olduğunu gibi, "hafıza mekanları"nda olduğu gibi metaforik bir olgu aynı zamanda. mekan bir mücadele alanı.

17 Mayıs 2011 Salı

murat uyurkulak'a saygı duruşu [söyleşi]

Burcu Aktaş, Radikal Kitap, 6 Mayıs 2011

Herkes ondan bir roman bekliyordu, o öyküleriyle çıktı karşımıza. Roman da gelecek ama her şey sırayla. Şimdi önümüzde ‘Bazuka’ var. Hele bunu bir hazmedelim, saklayalım aklımızın, kalbimizin nadir yerlerinde... Sonrası için yazarın kalem tutan ellerinin ve güzel aklının sağlığına duacıyız... Murat Uyurkulak’ın dokuz öykülük ‘Bazuka’sında, Uyurkulak üslubu, romantizm, acı, ironi, travma, şiddet, yoksulluk ve elbette mağlubiyet var. Vaktiyle Murat’ın yolu Diyarbakır’dan geçtiğinden midir, tutup ‘Bazuka’yı bir Diyarbakır türküsünün içindeki iki cümleyle daha doğrusu iki duyguyla eşdeğer buldum. En çok kendine zararı olan bir okur olarak bu benim kendi kararım. ‘Bazuka’nın bendeki yansıması... Kırklar Dağı’nın Düzü’nde şöyle der ya: “Kırklar Dağı’nın düzü, ziyaret çarptı bizi.” Ben ‘Bazuka’ya ziyarete gittim ve bu ziyaret beni çarptı. Çarpılanlar için hayat artık eskisi gibi olmaz. Bundan sonraki hayatımın müsebbibi Murat Uyurkulak’tır, bu böyle bilinsin. Türküde geçen ikinci cümle ya da duygu ise adamı iflah etmeyecek türden. Murat’ın yaptığı da... “Saçlarıma kumlar doldu. Tarak getir sen tara.” Dünyanın en romantik eylemlerinden biridir bu benim için. Ama bu, içinde acı barındıran bir romantizm çünkü bunu yapması istenen insan artık yoktur. ‘Bazuka’daki öykülerin içindeki romantizm de (sadece aşk romantizminden bahsetmiyorum elbette) işte tam da bu cümleyle eş... Yani ‘Bazuka’ acı romantizme teşne... Bu duygularla boğuşmamı sağlayan Murat Uyurkulak öyle kolay kurtulamazdı elimden. Gittim peşinden... Sorularım vardı ona. Hayatı, ‘asabi kırılganlıkları’, mağlupları ve ‘Bazuka’nın öykülerini konuştuk...

Murat Uyurkulak metinlerini düşününce benim aklıma şu üç şey geliyor: İronik, travmatik, göndermeleri eksik olmayan…
Belki samimi bir yazar olmadığımdan, edebiyata tam bir sadakat hissedemediğimden hep bir şeylere bağlama, bir yerlere gönderme ihtiyacı duyuyorumdur. Bilmiyorum, kendi yazdıklarımla ilgili bu tür nitelemeleri ben de senden veya başkalarından öğreniyorum. Kendi yazdıklarıma belli bir mesafeden bakamıyorum, bakmaya çalıştığımda da ne gördüğümden, ne anladığımdan emin olamıyorum.

Bir de ‘mağlup’ durumu var tabii. Olayları, hikâyeleri mağlupların gözünden anlatmak sana niye çekici geliyor?
Anlatmanın başka bir yolunu bilmiyorum. Mağlupları akvaryumdaki balıklar gibi dışarıdan gözlemleyip tahlil ederek yazmıyorum. Zira ben de on yedi yaşından beri it gibi çalışan bir mağlubum, akvaryumun içindeyim yani. Öte yandan böyle olmak yazana otomatik bir artı veya eksi katmaz bence. Nasıl yaşadığın, nereden geldiğin değil, ne yazdığın önemli. İyiyse iyidir, değilse değildir.

Şimdi sen böyle söyleyince aklıma şu geldi. Yıldırım Türker, ‘Tol’ ile ilgili yazdığı bir yazıda “asabi bir kırılganlıkla karşımıza dikiliyor” olduğunu söylüyordu. Asabi bir kırılganlığın var mı? Bunun hayata karşı duyduğun en büyük itiraz olduğunu söyleyebilir miyiz?
Asabi olduğum söylenebilir, kırılganlıkla ilgiliyse bir şey diyemem. İnsanların ekserisinden daha kırılgan olduğumu sanmıyorum. Kırılgan olmak başka bir ruh durumu sanki, başkaları adına hakikaten ıstırap çekebilmekle, başkaları adına utanç duyabilmekle, insanlar için fedakârlık yapabilmekle alakalı bir şey. Ben o kadar ıstırap da utanç da duymuyorum, hayatımı idame ettirmeye çalışmak haricinde pek fazla şey yaptığımı, asil fedakârlıklarla iştigal ettiğimi söyleyemem. İtiraz meselesine gelince, en büyük itirazımın kitap yazmak şeklinde değil, pankart veya duvarlara yazı yazmak şeklinde tezahür etmesini yeğlerdim. O kadarına nefesim yetmedi…

2005’te, Radikal Kitap’ta ‘Endişe’ diye bir bölüm hazırlıyorduk, hatırlarsın. Yazarlardan yazarkenki endişelerini anlatmalarını istemiştik. Her hafta bu konuyla ilgili bir yazarın yazdığı yazıyı yayımlıyorduk. Neredeyse bir yıl boyunca süren hikâyede, en çok senin yazdıklarından etkilenmiştim. Yazar ve insan olarak kendini koyduğun yer beni çok düşündürmüştü. “Kimim ki ben. Yazmaya cüret etmiş bir hayvan… İşte ben ‘Tol’u bir hayvan olarak yazdım” diye bitiyordun yazını. İnsan yaşarken en çok ‘hayvan’ olduğu gerçeğini mi ıskalıyor sence? Bu gerçeğin onun yazısına, bu öykülere katkısı da sorulabilir mi acaba?
İnsanlığın kibri, bencilliği ve ihtirası dünyayı yok ediyor. Hasan Ali Toptaş bir söyleşisinde, “Bir yere küçüklü büyüklü dağları ben yarattım edasıyla giren insanlar bana inanılmaz geliyor” mealinde bir şey söylemişti. Bana da inanılmaz geliyor, inanılmaz gelmesinin ötesinde, dayanılmaz geliyor. Bir insanın diğerleri üzerinde iktidar, tahakküm ve baskı kurabilmesi, bunu içselleştirebilmesi, bundan zerre rahatsızlık duymaması, rekabetle, güç arzusuyla, muktedirlik halini korumak yönünde daimi bir gayret ve endişeyle yaşayabilmesi hakikaten inanılmaz. Sözgelimi alelade bir diş macununu satmak için yorulan kafanın, yapılan organizasyonun, seferber edilen yaratıcılığın beşte biriyle, onda biriyle, dünyada açlık diye bir mesele kalmayabilirdi. Vaziyet çok belli: Ya tabiatla uyumlu yepyeni bir hayat kuracağız ya da toptan yok olacağız. Daha önce de demiştim: İnsanlara üzülmem, müstehaktır, ben onca hayvanın, bitkinin yok olacağına üzülüyorum. Onlar buna mani olamazlar çünkü. Velhasıl insan denen mahlukun mevcut vahim halindense, bir gorilin tabii halini tercih ederim. Bir hayvan kadar dürüst olmak isterdim, ama mümkün değil. Ben de bu pespaye pazaryerinde yeterince acılaşmış, taşlaşmış, kayışlaşmış durumdayım.

Peki, insan çürüyen bir toplumla nasıl yaşar?
Taviz vererek, bin türlü hesap kitapla, itişe kakışa, bata çıka yaşar elbet. Rekabete ve kâra göre tanzim edilen bir dünyada, daimi bir düşme endişesiyle, muhtaç kalma ve sefil olma korkusuyla yaşıyorsanız, hele çocuklarınız, sevdikleriniz açsa, hastaysa ve çaresizseniz gözünüz başka bir şey görmez. Asıl hırsızlar, kanunları koyup hırsızları yargılayanlardır, paraları kasalarına istifleyenlerdir. Kimse beni mülkiyetin hırsızlık olmadığına ikna edemez. Kapitalizmin vahameti budur. İnceltilmiş tarafından orman kanunudur ve esas numarası, insanları vahşi bir ayakta kalma çabası üzerinden birbirine rakip ve düşman kılmasıdır. İşte bu numarayı çakıp ötesine geçtiğimiz gün dünyanın değişme ihtimali olabilir. Devrimler pek öyle romantik mevzular değildir, gayet aktüeldirler. Bir milyon kişiyle bir başkentin kapısından dönmeyip yürümeye devam ederseniz muvaffak olmanız yüksek ihtimaldir. Sonrasında da iktidardan nefret edecek, kendi içinize kapanmayıp dünyalı kardeşlerinize yüzünüzü çevirecek tıynetiniz, çürümeye yazgılı bir galibiyettense, nam salacak bir mağlubiyete cesaretiniz varsa, bu iş olabilir.

‘Bazuka’ya gelirsek... Kitabın altbaşlığı, Aşk, Yalnızlık ve Şiddete Dair Hikâyeler. Bu hikâyeleri bu üç başlıkla özeltleyebilir miyiz?
Başka başlıklar da ilave edilebilirdi belki. Yalan dolana dair hikâyeler gibi mesela…

Bu öykülerde şiddet var, bu kesin. Ama şöyle de bir özellikleri var: şiddeti şiddete bulanmadan anlatıyorlar. Bu senin üslubunla alakalı tabii ki. Muhabbetle anlattığını söyleyebilirim. Sert konuları böyle anlatmak inanılmaz etkileyici bana göre. Neden böyle bir tercihin var?
Reha Mağden’in ‘Yazgıların Tableti’ adlı müthiş kitabında dedektif Murat Davman, “Suça karşıdan bakmaya mani bir hayatım oldu” diyordu. Ben de şiddeti, onu serinkanlı bir pervasızlıkla, sadece estetize etmekle yetinip çıplak haliyle anlatamayacak kadar yakından tanıdım sanırım. Öyle her tarafından irin ve kan fışkıran, insanların birbirlerinin gözünü oyduğu, feryat figanla dolu bir hayattan söz etmiyorum elbet. Ama benim gördüklerim bana yetti. Benim de şiddete karşıdan bakmaya mani bir hayatım oldu.

Sadece şiddet değil, özellikle ‘Pembe’ ve ‘Kuş Yuvası’ öykülerinde bir cinsiyet meselesi de var. Şunu düşünüyorum, Kadınların mağduriyeti, erkeklerin mağduriyetini görmemizi engelliyor mu bazen? Sen ne düşünüyorsun?
Mazlumun anlattığına yeterince kulak verip halini/derdini hakkıyla idrak edemeden zalimin yer yer pekâlâ haklı da olabilecek mağduriyetine dikkat kesilmek tehlikeli ve lüzumsuz bir incelik olabilir bazen. Ama şu kadarını söyleyebilirim: Erkekler hazin varlıklardır, daimi erkeklik ispatı çabası koca bir ömrü azaba çevirir, iktidar erkekte hayatı sadece kadınlar ve çocuklar için değil, kendisi için de cehenneme çeviren kederli bir nafileliğe dönüşür. Pınar Selek’in ‘Sürüne Sürüne Erkek Olmak’ kitabını tavsiye etmek isterim. Erkeklik halinin nasıl bir cendere olduğunu, yukarıdakine biat edip aşağıdakini ezmekten müteşekkil bir hayatın neye benzeyebileceğine dair eşsiz bir metin.

Ayrıca, ‘Kuş Yuvası’nda aşk ile ilgili önemli şeyler söylüyorsun. Okura sorduğun soruyu sana sormak isterim: “Her tür acının hem başlangıcı hem bitişi aşktan değil midir zaten? Aşk değil midir, nihai ismimizi koyup bizi kendimize hamile bırakan ve kendimizi doğurmamızı sağlayan ve ortaya çıkan bebeği önce mucize sonra hilkati garip veya tam tersi kılan?”
Orada bir aşk güzellemesinden ziyade bu meseleyi nasıl kendi kendini kandırmaktan başka işe yaramayan, leş gibi bir muhabbete çevirdiğimizi deşmek istemiştim. Kendine hamile kalmak, hilkati garip gibi ifade tercihleri bundan kaynaklanıyor. Bugün aşk dediğiniz parlak ambalajlı bir ürün, alınıp satılıyor, her yerde, ama hiçbir yerde. Bunca rekabetin, hesap kitabın, kâr hırsının, ağır mesainin, mezardan farksız evin, azap gibi okulun-kışlanın, cehennemden beter fabrikanın ortasında aşka mecali kalan varsa tebrik ederim.

Alıntılara başladım devam edeyim o zaman... ‘Tutkular Kitaplığı’ adlı öyküden şu bölümü tekrarlayacağım: “Okumak hem bir hayat başarısızlığının, ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır.”
Okumak, en başta sistemin ürettiği onca sahte haz vaadine kanmamak-kanamamak demek. Dışarıda teşebbüs ve tecrübe edilebilecek yığınla irili ufaklı haz ihtimali varken bir odaya kapanıp okumak… Bu bana bir tür kahramanlık gibi geliyor. Bir tür külyutmazlık da demek isterdim, ama kelimenin biraz soğuk bir tınısı var ve demek istediğimi tam ifade etmeyecek gibi. Ayrıca bir de şu var: akademisyenler ve bir avuç kalem erbabı haricinde okuduğu için cebine para konan insan görmedim ben. Bununla birlikte, biraz iddialı olacak ama, iyi bir kitap okumanın hazzını başka hiçbir şey vermez. Yazar olmaktan ziyade okur olmaktan mutluyum.

‘Derviş’, öykünde günümüze bir eleştiri var. Karakterin olan Derviş’in yaşadığı kâbusu anlatır mısın? “Nasıl bir devre uyanmıştım ben böyle” diyor ya Derviş... Bu, bizim bugün de yaşadığımız büyük şaşkınlığımız mı? Halimiz Derviş’e ne kadar benziyor?
Derviş’in Galata’dan Karaköy’e kısa seyahati, günümüzde hüküm süren büyük bir sahtekârlığı ifşa etme gayreti diye nitelenebilir belki. Sabah ticaretin en vahşisini icra edip, doğayı, hayatları, ruhları gözünü kırpmadan tahrip edip akşam tefekkürden, tasavvuftan, şanlı maziden, necip milletin kuvvetli maneviyatından dem vuranlar, siyaset yelpazesinin cümle ‘çılgınları’ yani, o Derviş’in peşine takılsın isterdim.

İki öykün var... Bunların ikisi de nazire. Biri Reha Mağden’in ‘Yazgıların Tableti’ kitabına ikincisi Emrah Serbes’in ‘Erken Kaybedenler’ine nazire. Bu kitapların senin için önemli nedir?
Bu iki hikâye bir yazarın değil, bir okurun hayran olduğu kitapların yazarlarına bir çeşit teşekkür çabası gibi okunsun isterim. Reha Mağden’in ‘Yazgıların Tableti’ kitabını çok gecikmeli okudum ve karşısında resmen dudağım uçukladı. Reha Abi’nin kitabını geç okudum, kendisini erken kaybettim. Kitaplarını daha önce okumadığıma, şahsını daha erken tanımadığıma pişmanım. Emrah’ı ise hem şahıs hem yazar olarak severim. Allah ona uzun ömürler versin.

‘Tol’, ‘Har’ ve şimdi ‘Bazuka’. Tek kelimelik isimlerden gidiyorsun. Nedir senin için tek kelimenin büyüsü?
Böylesi daha kolay ve şık geliyor. Tek kelimeden ibaret ismi olan kitapları hep sevmişimdir. Upuzun isimler de konabilir kitaplara, hiç sakıncası yok. Keşke daimi bir anonim sohbet misali, sadece içinde anlatılanların mühim olacağı, isim ve imza konmayan kitaplar olsa. Ya da kitaplar hiç olmasa da hayat sürekli bir seyahat halinde, keyifli ve uzun bir muhabbet misali başlayıp bitse.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

panel: space, class and neoliberalism

Urban Classes and Politics in the Neoliberal Era
13 May 2011 Friday, 14:00
Rectorate Hall, Boğaziçi University
Speakers

Neil Smith
Program in Anthropology, Program in Geography, CUNY Graduate Center
“Neoliberal Urbanism and Global Class Strategy”

Teresa Caldeira
College of Environmental Design, University of California, Berkeley
“Peripheries: Spaces in the Making”

Discussant
Ayşe Öncü
Cultural Studies Program, Sabancı University

Organizers
New Perspectives on Turkey
Chair in Contemporary Turkish Studies, London School of Economics and Politics

6 Mayıs 2011 Cuma

muhafazakarlık semineri

MSGSÜ- SOSYOLOJİ SEMİNERİ
DİNDARLIK, MUHAFAZAKARLIK VE MODERNLİK

12 MAYIS 2011, 10.00-18.00
(Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Bomonti Yerleşkesi*, 304 Numaralı Derslik)

Açılış Konuşması (10.00-10.30)
Yrd. Doç. Dr. Burak Onaran & Yrd. Doç. Dr. Sibel Yardımcı

Birinci Oturum: Eğitim ve Dindarlık (10.30-12.30)
KEMAL DİL, "Ortaöğretimde Türleşme Çeşitliliğine Sosyolojik Bir Bakış: İmam Hatip Liseleri Örneği"
ÖZLEM AVCI, "Dindar Üniversite Gençliği ve Değişem İslami Algılar"
Tartışmacı: Yrd. Doç. Dr. Kenan Çayır

Öğlen Yemeği (12.30-14.00)

İkinci Oturum: Ulusal Kimlik, Din ve Muhafazakarlık (14.00-16.00)
FIRAT MOLLAER, "Kemalizm ve İslamcılık Karşısında Türk Muhafazakarlığı"
ERKAN KARABAY, "Siyasal İslam'ın Kürt Sorununa Bakışı"
Tartışmacı: Doç. Dr. Yüksel Taşkın

Genel Değerlendirme (16.00-16.30)
* MSGSÜ Bomonti Yerleşkesi, Cumhuriyet Mah. Silahşörler Cad. No: 89, Bomonti, Şişli (Eski bira fabrikasının karşısı).

3 Mayıs 2011 Salı

[kitap tanıtımı] "ottoman ulema, turkish republic" by amit bein

"To better understand the diverse inheritance of Islamic movements in present-day Turkey, we must take a closer look at the religious establishment, the ulema, during the first half of the twentieth century. During the closing years of the Ottoman Empire and the early decades of the Republic of Turkey, the spread of secularist and anti-religious ideas had a major impact on the views and political leanings of the ulema. This book explores the intellectual debates and political movements of the religious establishment during this time.

Bein reveals how competing visions of development influenced debates about reforms in religious education and the modernization of the medreses. He also explores the reactions and changing attitudes of Islamic intellectuals to the religious policies of the secular republic, and provides a better understanding of the changes in the relationship between religion and state. Exposing division within the religious establishment, this book illuminates the ulema's long-lasting legacies still in evidence in Turkey today." ---kitabın içeriğine ve ilk bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

yapısalcılığın mimarının izinde [radikal kitap]

Claude Lévi-Strauss doğduğunda Marcel Proust henüz ‘Kayıp Zamanın İzinde’nin ilk cildini yayımlamamış, Rusya’daki 1917 devrimi gerçekleşmemiş, Almanya’daki Weimar Cumhuriyeti yıkılmamıştı. Birleşmiş Milletler, Sovyetler Birliği veya Çin Halk Cumhuriyeti gibi tamlamalar insanlara anlamsız geliyordu. Afrika karanlık bir kıtaydı ve Avrupalı ben için öteki, zorunlu olarak yabani bir mahluktu ve Kıta Avrupası’nda Yahudi düşmanlığı yükselişteydi. Lévi-Strauss, ressam babasının Brüksel’deki evinde 1908 ylında doğduğunda kendini bohem bir yaşantının içinde buldu, Paris’e taşındılar ve ilerleyen yıllarda Cervantes, Dostoyevski, Joseph Conrad gibi yazarları okuyarak ve Louvre Müzesi ve Opera’nın müdavimi olarak kendine bir ‘zihniyet’ yarattı. Aynı yıllarda Marx’ın yapıtlarıyla tanıştı, “onun yazılarını okuyunca, bu büyük düşünce adamı vasıtasıyla Kant’tan Hegel’e giden felsefi akımla da ilk defa karşılaştığım için çok etkilendim, önümde yepyeni bir dünya açılmıştı,” diye yazacaktı daha sonra. “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i ya da Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nden birkaç sayfa okuyarak zihnimi açmadan bir sosyoloji ya da bir etnoloji problemi ile uğraşmaya pek ender girişirim.” Sigmund Freud ve Marcel Mauss’un kitaplarını keşfeden Lévi-Strauss, L’Etudiant socialiste (Sosyalist Öğrenci) dergisinde kitap tanıtım yazıları yazmaya başlamıştı ve burada örneğin faşist Celine’in romanını bir başyapıt olarak selamlayabilecek kadar edebiyata tutkundu. 1920’lerde yeni bir disiplin olan etnolojiye ilgi duydu, yerli halklarla karşılaşarak, onların içine karışarak, onlarla yaşayarak saha çalışması yapma fikri onu heyecanlandırıyordu, özellikle de Kızılderilileri anlatan Amerikan etnoloji kitaplarını büyülenerek okuyordu. Bu sırada yeni kurulan Sao Paulo Üniversitesi’nde sosyoloji öğretmenliği için kendisine iş teklifi yapıldı, buradaki “Fransız misyonu”nda tarihçi Fernand Braudel ve coğrafyacı Pierre Monbeig de vardı. Solcu görüşleri yüzünden buradaki kültür misyonerleri ona şüpheyle bakıyorlardı ancak bunu önemsemeyerek kendini çalışmaya verdi, Paraguay sınırında araştırmalar yaptı, özellikle de Kaduveo köylerinde uygulanmaya devam eden yüz boyama sanatını belgeledi. Bororo köylerinde yaptığı araştırmaların sonuçlarını bir araya getirdiği “Bororo Yerlileri’nin Toplumsal Örgütlenmesinin İncelenmesine Katkı” başlıklı makalesi ilk önemli çalışmasıydı. 1939’da Fransa’ya döndü ama şimdi o temel Avrupa görüşünü, özne ile nesne arasındaki Hegelci hayatta kalış mücadelesini sonuna kadar götüren devletler, özellikle de Almanya yeni ve ırkçılığa dayalı bir varoluş mücadelesine girişmişti. “Fransa üzerinden karışık bir tren yolculuğunun ardından, Montpellier’ye, anne-babasının Cévennes’deki evinin yakınına vardı. O sırada Lévi-Strauss, bir Yahudi olarak nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunun farkında bile değildi.”

Bu şahane yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.

murat uyurkulak'tan muazzam bir hikaye

29 Nisan 2011 tarihli, Radikal Kitap'tan devşirilmiştir.
Cezaevimizin sigortası, garip gurebanın babası, kötülerin hasmı, iyilerin dostu, çok saygdeğer Müdürüm...
Benim hayatımı pembe renk yaktı. Pembe sebebiyle tahrip oldum, pembe yüzünden kader mahkûmu oldum... Ben ne zaman pembe görsem kötü olurum, bir acayip olurum, hatta bazen öyle olurum ki gözüm kararır, başka bir âleme geçerim, o âlemde kendimi kaybederim, adeta deliririm...
Maruzatıma geçmeden önce ben bir anlatayım, siz dinleyin, ona göre kararınızı verin.
Ben bir gözümü pembeye verdim...
Anneannem huysuz ve yalnız bir ihtiyardı. Çocuklarını, gelinlerini, damatlarını her nedense hiç sevmezdi, onları ne zaman görse küfrü basardı. Onun için
şu dünyada varsa yoksa torunlarıydı. İki sokak aşağıda, sessiz sedasız yaşadığı evinde biz torunlarına leziz börekler, pastalar, yemekler yapar, gözleri had safhada bozuk olmasına rağmen envai çeşit kazak, eldiven, atkı, çorap örerdi...
Kış mevsiminin yaklaştığı, sandıklardan naftalin kokulu kışlıkların ufak ufak çıkarıldığı bir vakit, bana da kazak öreceği tutmuş meğer. Bir akşam amcaoğlumla haber gönderdi, gelsin kazağını alsın diye. Gittim. Kazağı özenle giydirdi, nasırlı buruşuk elleriyle yanağımı okşayıp, “Kırmızılar da pek yakışırmış kuzuma... Hadi bakalım güle güle giy,” dedi nadir gülüşüyle. Üzerimdeki kazağa göz gezdirince bir terslik olduğunu sezdim, ama henüz renkleri tam ayırt edemeyecek kadar küçüktüm. Anneannemin o zar zor gören gözleriyle manifaturacıya gidip kırmızı diye pembe yün aldığını nereden bilecektim?
Neyse efendim, uzatmayayım, ben sırtımda kazak, hoplaya zıplaya eve vardım. Kapıyı çaldım, babam açtı ve kazağı görmesiyle, “Ulan bu ne, şorolo mu olacaksın başımıza?” diye çakması bir oldu. Kafamı kapının kenarına çarptım, bayılmışım. Ertesi gün açtığım gözlerimden biri yüzde 80 az görüyordu... Müdürüm, pembe benden bir gözümü işte böyle aldı... Ben en sevdiğim arkadaşımı da pembeye feda ettim... Aynı mahalledendik, ilkokul birden itibaren hep aynı sınıflarda okumuş, aynı sıralarda oturmuştuk, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Birlikte nice badireler atlatmış, ne acayip maceralar yaşamış, kimlere kimlere posta koymuştuk, öyle sıkı bir dostluktu ki dünyada eşi yoktur...
Arkadaşımın belki de tek kusuru, aşırı dalgın olmasıydı. Dağınıktı, dikkatsizdi, leyla gibiydi. Gün olur kravatını takmayı unutur, gün olur defter kitabını olmadık bir yerde bırakır, gün olur bir ayağına beyaz bir ayağına siyah çorap giyip gelirdi... Lisedeydik. Babam bir gözüme kastetmenin vicdan azabıyla beni müteakip yıllarda epeyce şımartmış olduğundan havalı, çalımlı, kabadayı bir tip olup çıkmıştım, okul ahalisinden her daim korkuyla karışık bir saygı görürdüm. İşte günün birinde, koridorda bir kahkaha tufanı patlayınca, ağır ağır yerimden kalkıp bensiz ne makara döndüğünü anlamak için sınıftan çıktım. Bir baktım ki ne göreyim! Bir grup yeniyetme piç sıra arkadaşımı, can ciğerimi, kardeşten ötemi ortalarına almış, ite kaka dalga geçiyorlardı.
“Höst ulan şerefsizler!” diye ünleyip hışımla kalabalığa dalmamla esas mevzuyla burun buruna gelmem bir oldu. Arkadaşımın pantolonunun fermuarı açıktı ve aradan pembe, evet, pespembe bir iç çamaşırı acayip bir hayvan cinsi gibi sarkmaktaydı... Neye uğradığımı, ne yapacağımı, ne diyeceğimi şaşırdım, gerzek gibi öylece kalakaldım. Arkadaşım, “Valla sabah uyku sersemliğiyle... Çamaşır sepetine elimi atınca... Valla dalgınlıkla...” şeklinde sayıklarken, benim aklımda binbir çeşit uğultulu düşünce resmi geçit yapıyordu. Bu manzara karşısında, müsebbibini müdafaada ısrar, itibarı sıfırlamak, karizmayı derinden çizdirmek manasına gelirdi. Ama diğer yandan o benim en yakın dostumdu, kankamdı, bir nevi her şeyimdi. Öyle aptal aptal dikilemezdim, alaycı laflar benim kıyılarıma da vurmaya başlamıştı, bu koşullarda adımızın çıkması işten bile değildi, acilen bir karar vermem lazımdı.
Ve kararımı verdim, etraftaki gürültücü piçlerin on katı alaycı bir kahkaha eşliğinde, göğsünden itip kıç üstü oturtuverdim kaç yıllık dostumu, “Salak herif!” diye çemkirmeyi de ihmal etmedim. Ertesi gün sınıfa gelmedi, kaydını başka okula aldırdı, bir daha da yüzüme bakmadı. Müdürüm, işte gör pembe bana neler yaptı...
Bu kadarla kalmadı elbet, o melun renk benden sevdiğim kadınıda aldı...
İlk görüşte âşık olmuştum ona, çok güzeldi, çok iyiydi, melek gibiydi. İlk başlarda kaba buldu beni, mizacıma alışamadı, ama yılmadım, azmettim, yeri geldi türlü türlü soytarılıklar yapıp sevdirdim kendimi.
Mutluyduk, birlikte yaşıyorduk, evlilik planları yapıyorduk, ta ki benim için hazırladığı sürpriz yaşgünü partisine kadar.
Salonun, en az on kişinin “İyi ki doğdun!” çığlıkları eşliğinde aniden açılan ışıklarıyla kamaşan gözlerimi masaya çevirip üzerindekileri gördüğümde, dehşetten nefesim kesildi. Kalp şeklindeki pasta pembeydi, katlanıp tabakların yanına konmuş peçeteler pembeydi, yahu rakı kadehlerinin yanındaki su bardakları bile pembeydi...
Bardakları gösterip, “Bunlar ne?” diye tısladım kobra misali.
"Yeni aldım, beğendin mi aşkım?” dedi aşkım tatlı gülüşüyle.
“Peçeteler de pembe...” diye tısladım bu kez.
“Ne şirin değil mi?” dedi güzelim, su gibi şıkırdayan sesiyle.
“Pasta niye pembe?”
“Hafif olsun dedim, frambuazlı aldım... Pastacı da kalp şeklinde olanını tavsiye etti, doğuda kalp çakrasının rengi pembedir dedi...”
“O pastacıya da sana da bir çakarım bir de yer çakar!”
O son cümleyi, onca insanın karşısında, bir tanemin güzel gözlerine baka baka nasıl söyleyebildim ben de bilmiyorum. Başım dönmeye, az gören gözüm ağrımaya, kalbim saniyesinde utançla sızlamaya başlamıştı. Sevgilim gözyaşları içinde salonu terk ederken, bitmiş bir adam olarak olduğum yere çöktüm...
Pembeyle lanetlenmiş hayatımın bu faslı da böyle işte Müdürüm...
Pembe yüzünden yoksul kaldım diye başlasam, çüş artık dersiniz belki Müdürüm...
Ama korkarım ki öyle başlayacağım, zira zengin olamamamın sebebi pembe renktir.
Sevgilim beni terk ettikten sonra iyisi mi askere gideyim, tecil ettirmeyeyim artık şu vazifeyi, hem belki kışlada kendime gelirim dedim. Dediğimi yaptım, muayene sırasında “Senin şu gözünde sorun mu var?” diye soran doktoru “Yok komutanım!” diye cevapladım ve daha ilk günden ne kadar isabetli bir karar verdiğimi anladım. Zira etrafta pembenin p’si yoktu, her yer, her şey, herkes ya gri ya hâkiydi. İyice bir toparladım kafamı, ferahladım, rahatladım...
Benden iki-üç yaş küçük bir çocukla badi olmuştuk bölükte, cin gibiydi, tam müteşebbisti, kafasına koymuştu, şöyle sıkı bir iş çevirip zengin olacaktı. Bir müddet sonra bana da açtı planlarını: Tekel bayiinden döner ekmek büfesine, fason trikodan yedek parçaya, kreşten huzurevine dek tonla fikir dolaşıyordu aklında. Bunları konuşmak iyi geliyordu ikimize, hem bedavadan heyecanlanıyor, hem de vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorduk...
Bir gün yine müstakbel teşebbüslerini sıralarken, “Dur dur!” diye atıldım.
“Bir daha söyle bakayım şunu...”
“Kavala kurabiyesi...”
Bu kurabiyenin methini, mübadil olan babaannemden çok duymuştum. Çocukken damağında kalan o tadı anlata anlata bitiremez, bazen sağdan soldan bulduğu tarişerle bir heves yapmaya kalkar, ama asla beğenmez, aynı tadı bulamadığını söylerdi.
Babaannemin hikâyesini anlatınca badim iyice coştu.
“Tabii ya, o kadar meşhur kurabiye, hiçbir yerde görmedim pakette satıldığını, şöyle esaslı bir tarif bulacaksın, güzel de ambalajlayacaksın...” diye saydırmaya koyuldu.
Diğer fikirleri eleyip kurabiye üzerinde yoğunlaşmıştık artık. Kâğıt üzerinde de olsa işi iyice ilerletmiş, fabrikayı çoktan kurmuş, dağıtım ağını bile en ince teferruatına kadar planlamıştık. Derken günün birinde, fikre fikir, pişmiş aşa su katacağı tuttu badimin:
“Aslında var ya, sadece beyaz değil, renk renk yapacaksın bu kurabiyeyi... Sarı, mavi, yeşil, pembe...”
Son rengi duyunca irkildim.
“Orada dur, pembe olmaz!” diye müdahale ettim derhal.
“Ticarette taassup olmaz be abicim, evrensel düşüneceksin...” dedi gülerek.
Benimse hiç gülesim yoktu, lüzumsuz bir sertlikle karşılık verdim:
“Olmaz dedim o kadar, pembe olmaz...”
Şaşkın şaşkın baktı suratıma, sanırım o zaman bende bir gariplik olduğunu sezdi ve hiçbir şey demeden kalkıp gitti. Bir daha da açmadı iş bahsini.
İşte Müdürüm o çocuk şimdi bir kurabiye milyoneri...
Murat Uyurkulak’ın 5 Mayıs’ta
Metis Yayınları’ndan çıkacak olan
‘Bazuka’ adlı kitabından.