29 Nisan 2011 tarihli, Radikal Kitap'tan devşirilmiştir.
Cezaevimizin sigortası, garip gurebanın babası, kötülerin hasmı, iyilerin dostu, çok saygdeğer Müdürüm...
Benim hayatımı pembe renk yaktı. Pembe sebebiyle tahrip oldum, pembe yüzünden kader mahkûmu oldum... Ben ne zaman pembe görsem kötü olurum, bir acayip olurum, hatta bazen öyle olurum ki gözüm kararır, başka bir âleme geçerim, o âlemde kendimi kaybederim, adeta deliririm...
Maruzatıma geçmeden önce ben bir anlatayım, siz dinleyin, ona göre kararınızı verin.
Ben bir gözümü pembeye verdim...
Anneannem huysuz ve yalnız bir ihtiyardı. Çocuklarını, gelinlerini, damatlarını her nedense hiç sevmezdi, onları ne zaman görse küfrü basardı. Onun için şu dünyada varsa yoksa torunlarıydı. İki sokak aşağıda, sessiz sedasız yaşadığı evinde biz torunlarına leziz börekler, pastalar, yemekler yapar, gözleri had safhada bozuk olmasına rağmen envai çeşit kazak, eldiven, atkı, çorap örerdi... Kış mevsiminin yaklaştığı, sandıklardan naftalin kokulu kışlıkların ufak ufak çıkarıldığı bir vakit, bana da kazak öreceği tutmuş meğer. Bir akşam amcaoğlumla haber gönderdi, gelsin kazağını alsın diye. Gittim. Kazağı özenle giydirdi, nasırlı buruşuk elleriyle yanağımı okşayıp, “Kırmızılar da pek yakışırmış kuzuma... Hadi bakalım güle güle giy,” dedi nadir gülüşüyle. Üzerimdeki kazağa göz gezdirince bir terslik olduğunu sezdim, ama henüz renkleri tam ayırt edemeyecek kadar küçüktüm. Anneannemin o zar zor gören gözleriyle manifaturacıya gidip kırmızı diye pembe yün aldığını nereden bilecektim?
Neyse efendim, uzatmayayım, ben sırtımda kazak, hoplaya zıplaya eve vardım. Kapıyı çaldım, babam açtı ve kazağı görmesiyle, “Ulan bu ne, şorolo mu olacaksın başımıza?” diye çakması bir oldu. Kafamı kapının kenarına çarptım, bayılmışım. Ertesi gün açtığım gözlerimden biri yüzde 80 az görüyordu... Müdürüm, pembe benden bir gözümü işte böyle aldı... Ben en sevdiğim arkadaşımı da pembeye feda ettim... Aynı mahalledendik, ilkokul birden itibaren hep aynı sınıflarda okumuş, aynı sıralarda oturmuştuk, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Birlikte nice badireler atlatmış, ne acayip maceralar yaşamış, kimlere kimlere posta koymuştuk, öyle sıkı bir dostluktu ki dünyada eşi yoktur...
Arkadaşımın belki de tek kusuru, aşırı dalgın olmasıydı. Dağınıktı, dikkatsizdi, leyla gibiydi. Gün olur kravatını takmayı unutur, gün olur defter kitabını olmadık bir yerde bırakır, gün olur bir ayağına beyaz bir ayağına siyah çorap giyip gelirdi... Lisedeydik. Babam bir gözüme kastetmenin vicdan azabıyla beni müteakip yıllarda epeyce şımartmış olduğundan havalı, çalımlı, kabadayı bir tip olup çıkmıştım, okul ahalisinden her daim korkuyla karışık bir saygı görürdüm. İşte günün birinde, koridorda bir kahkaha tufanı patlayınca, ağır ağır yerimden kalkıp bensiz ne makara döndüğünü anlamak için sınıftan çıktım. Bir baktım ki ne göreyim! Bir grup yeniyetme piç sıra arkadaşımı, can ciğerimi, kardeşten ötemi ortalarına almış, ite kaka dalga geçiyorlardı.
“Höst ulan şerefsizler!” diye ünleyip hışımla kalabalığa dalmamla esas mevzuyla burun buruna gelmem bir oldu. Arkadaşımın pantolonunun fermuarı açıktı ve aradan pembe, evet, pespembe bir iç çamaşırı acayip bir hayvan cinsi gibi sarkmaktaydı... Neye uğradığımı, ne yapacağımı, ne diyeceğimi şaşırdım, gerzek gibi öylece kalakaldım. Arkadaşım, “Valla sabah uyku sersemliğiyle... Çamaşır sepetine elimi atınca... Valla dalgınlıkla...” şeklinde sayıklarken, benim aklımda binbir çeşit uğultulu düşünce resmi geçit yapıyordu. Bu manzara karşısında, müsebbibini müdafaada ısrar, itibarı sıfırlamak, karizmayı derinden çizdirmek manasına gelirdi. Ama diğer yandan o benim en yakın dostumdu, kankamdı, bir nevi her şeyimdi. Öyle aptal aptal dikilemezdim, alaycı laflar benim kıyılarıma da vurmaya başlamıştı, bu koşullarda adımızın çıkması işten bile değildi, acilen bir karar vermem lazımdı.
Ve kararımı verdim, etraftaki gürültücü piçlerin on katı alaycı bir kahkaha eşliğinde, göğsünden itip kıç üstü oturtuverdim kaç yıllık dostumu, “Salak herif!” diye çemkirmeyi de ihmal etmedim. Ertesi gün sınıfa gelmedi, kaydını başka okula aldırdı, bir daha da yüzüme bakmadı. Müdürüm, işte gör pembe bana neler yaptı...
Bu kadarla kalmadı elbet, o melun renk benden sevdiğim kadınıda aldı...
İlk görüşte âşık olmuştum ona, çok güzeldi, çok iyiydi, melek gibiydi. İlk başlarda kaba buldu beni, mizacıma alışamadı, ama yılmadım, azmettim, yeri geldi türlü türlü soytarılıklar yapıp sevdirdim kendimi.
Mutluyduk, birlikte yaşıyorduk, evlilik planları yapıyorduk, ta ki benim için hazırladığı sürpriz yaşgünü partisine kadar.
Salonun, en az on kişinin “İyi ki doğdun!” çığlıkları eşliğinde aniden açılan ışıklarıyla kamaşan gözlerimi masaya çevirip üzerindekileri gördüğümde, dehşetten nefesim kesildi. Kalp şeklindeki pasta pembeydi, katlanıp tabakların yanına konmuş peçeteler pembeydi, yahu rakı kadehlerinin yanındaki su bardakları bile pembeydi...
Bardakları gösterip, “Bunlar ne?” diye tısladım kobra misali.
"Yeni aldım, beğendin mi aşkım?” dedi aşkım tatlı gülüşüyle.
“Peçeteler de pembe...” diye tısladım bu kez.
“Ne şirin değil mi?” dedi güzelim, su gibi şıkırdayan sesiyle.
“Pasta niye pembe?”
“Hafif olsun dedim, frambuazlı aldım... Pastacı da kalp şeklinde olanını tavsiye etti, doğuda kalp çakrasının rengi pembedir dedi...”
“O pastacıya da sana da bir çakarım bir de yer çakar!”
O son cümleyi, onca insanın karşısında, bir tanemin güzel gözlerine baka baka nasıl söyleyebildim ben de bilmiyorum. Başım dönmeye, az gören gözüm ağrımaya, kalbim saniyesinde utançla sızlamaya başlamıştı. Sevgilim gözyaşları içinde salonu terk ederken, bitmiş bir adam olarak olduğum yere çöktüm...
Pembeyle lanetlenmiş hayatımın bu faslı da böyle işte Müdürüm...
Pembe yüzünden yoksul kaldım diye başlasam, çüş artık dersiniz belki Müdürüm...
Ama korkarım ki öyle başlayacağım, zira zengin olamamamın sebebi pembe renktir.
Sevgilim beni terk ettikten sonra iyisi mi askere gideyim, tecil ettirmeyeyim artık şu vazifeyi, hem belki kışlada kendime gelirim dedim. Dediğimi yaptım, muayene sırasında “Senin şu gözünde sorun mu var?” diye soran doktoru “Yok komutanım!” diye cevapladım ve daha ilk günden ne kadar isabetli bir karar verdiğimi anladım. Zira etrafta pembenin p’si yoktu, her yer, her şey, herkes ya gri ya hâkiydi. İyice bir toparladım kafamı, ferahladım, rahatladım...
Benden iki-üç yaş küçük bir çocukla badi olmuştuk bölükte, cin gibiydi, tam müteşebbisti, kafasına koymuştu, şöyle sıkı bir iş çevirip zengin olacaktı. Bir müddet sonra bana da açtı planlarını: Tekel bayiinden döner ekmek büfesine, fason trikodan yedek parçaya, kreşten huzurevine dek tonla fikir dolaşıyordu aklında. Bunları konuşmak iyi geliyordu ikimize, hem bedavadan heyecanlanıyor, hem de vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorduk...
Bir gün yine müstakbel teşebbüslerini sıralarken, “Dur dur!” diye atıldım.
“Bir daha söyle bakayım şunu...”
“Kavala kurabiyesi...”
Bu kurabiyenin methini, mübadil olan babaannemden çok duymuştum. Çocukken damağında kalan o tadı anlata anlata bitiremez, bazen sağdan soldan bulduğu tarişerle bir heves yapmaya kalkar, ama asla beğenmez, aynı tadı bulamadığını söylerdi.
Babaannemin hikâyesini anlatınca badim iyice coştu.
“Tabii ya, o kadar meşhur kurabiye, hiçbir yerde görmedim pakette satıldığını, şöyle esaslı bir tarif bulacaksın, güzel de ambalajlayacaksın...” diye saydırmaya koyuldu.
Diğer fikirleri eleyip kurabiye üzerinde yoğunlaşmıştık artık. Kâğıt üzerinde de olsa işi iyice ilerletmiş, fabrikayı çoktan kurmuş, dağıtım ağını bile en ince teferruatına kadar planlamıştık. Derken günün birinde, fikre fikir, pişmiş aşa su katacağı tuttu badimin:
“Aslında var ya, sadece beyaz değil, renk renk yapacaksın bu kurabiyeyi... Sarı, mavi, yeşil, pembe...”
Son rengi duyunca irkildim.
“Orada dur, pembe olmaz!” diye müdahale ettim derhal.
“Ticarette taassup olmaz be abicim, evrensel düşüneceksin...” dedi gülerek.
Benimse hiç gülesim yoktu, lüzumsuz bir sertlikle karşılık verdim:
“Olmaz dedim o kadar, pembe olmaz...”
Şaşkın şaşkın baktı suratıma, sanırım o zaman bende bir gariplik olduğunu sezdi ve hiçbir şey demeden kalkıp gitti. Bir daha da açmadı iş bahsini.
İşte Müdürüm o çocuk şimdi bir kurabiye milyoneri...
Murat Uyurkulak’ın 5 Mayıs’ta
Metis Yayınları’ndan çıkacak olan
‘Bazuka’ adlı kitabından.