17 Mayıs 2011 Salı

murat uyurkulak'a saygı duruşu [söyleşi]

Burcu Aktaş, Radikal Kitap, 6 Mayıs 2011

Herkes ondan bir roman bekliyordu, o öyküleriyle çıktı karşımıza. Roman da gelecek ama her şey sırayla. Şimdi önümüzde ‘Bazuka’ var. Hele bunu bir hazmedelim, saklayalım aklımızın, kalbimizin nadir yerlerinde... Sonrası için yazarın kalem tutan ellerinin ve güzel aklının sağlığına duacıyız... Murat Uyurkulak’ın dokuz öykülük ‘Bazuka’sında, Uyurkulak üslubu, romantizm, acı, ironi, travma, şiddet, yoksulluk ve elbette mağlubiyet var. Vaktiyle Murat’ın yolu Diyarbakır’dan geçtiğinden midir, tutup ‘Bazuka’yı bir Diyarbakır türküsünün içindeki iki cümleyle daha doğrusu iki duyguyla eşdeğer buldum. En çok kendine zararı olan bir okur olarak bu benim kendi kararım. ‘Bazuka’nın bendeki yansıması... Kırklar Dağı’nın Düzü’nde şöyle der ya: “Kırklar Dağı’nın düzü, ziyaret çarptı bizi.” Ben ‘Bazuka’ya ziyarete gittim ve bu ziyaret beni çarptı. Çarpılanlar için hayat artık eskisi gibi olmaz. Bundan sonraki hayatımın müsebbibi Murat Uyurkulak’tır, bu böyle bilinsin. Türküde geçen ikinci cümle ya da duygu ise adamı iflah etmeyecek türden. Murat’ın yaptığı da... “Saçlarıma kumlar doldu. Tarak getir sen tara.” Dünyanın en romantik eylemlerinden biridir bu benim için. Ama bu, içinde acı barındıran bir romantizm çünkü bunu yapması istenen insan artık yoktur. ‘Bazuka’daki öykülerin içindeki romantizm de (sadece aşk romantizminden bahsetmiyorum elbette) işte tam da bu cümleyle eş... Yani ‘Bazuka’ acı romantizme teşne... Bu duygularla boğuşmamı sağlayan Murat Uyurkulak öyle kolay kurtulamazdı elimden. Gittim peşinden... Sorularım vardı ona. Hayatı, ‘asabi kırılganlıkları’, mağlupları ve ‘Bazuka’nın öykülerini konuştuk...

Murat Uyurkulak metinlerini düşününce benim aklıma şu üç şey geliyor: İronik, travmatik, göndermeleri eksik olmayan…
Belki samimi bir yazar olmadığımdan, edebiyata tam bir sadakat hissedemediğimden hep bir şeylere bağlama, bir yerlere gönderme ihtiyacı duyuyorumdur. Bilmiyorum, kendi yazdıklarımla ilgili bu tür nitelemeleri ben de senden veya başkalarından öğreniyorum. Kendi yazdıklarıma belli bir mesafeden bakamıyorum, bakmaya çalıştığımda da ne gördüğümden, ne anladığımdan emin olamıyorum.

Bir de ‘mağlup’ durumu var tabii. Olayları, hikâyeleri mağlupların gözünden anlatmak sana niye çekici geliyor?
Anlatmanın başka bir yolunu bilmiyorum. Mağlupları akvaryumdaki balıklar gibi dışarıdan gözlemleyip tahlil ederek yazmıyorum. Zira ben de on yedi yaşından beri it gibi çalışan bir mağlubum, akvaryumun içindeyim yani. Öte yandan böyle olmak yazana otomatik bir artı veya eksi katmaz bence. Nasıl yaşadığın, nereden geldiğin değil, ne yazdığın önemli. İyiyse iyidir, değilse değildir.

Şimdi sen böyle söyleyince aklıma şu geldi. Yıldırım Türker, ‘Tol’ ile ilgili yazdığı bir yazıda “asabi bir kırılganlıkla karşımıza dikiliyor” olduğunu söylüyordu. Asabi bir kırılganlığın var mı? Bunun hayata karşı duyduğun en büyük itiraz olduğunu söyleyebilir miyiz?
Asabi olduğum söylenebilir, kırılganlıkla ilgiliyse bir şey diyemem. İnsanların ekserisinden daha kırılgan olduğumu sanmıyorum. Kırılgan olmak başka bir ruh durumu sanki, başkaları adına hakikaten ıstırap çekebilmekle, başkaları adına utanç duyabilmekle, insanlar için fedakârlık yapabilmekle alakalı bir şey. Ben o kadar ıstırap da utanç da duymuyorum, hayatımı idame ettirmeye çalışmak haricinde pek fazla şey yaptığımı, asil fedakârlıklarla iştigal ettiğimi söyleyemem. İtiraz meselesine gelince, en büyük itirazımın kitap yazmak şeklinde değil, pankart veya duvarlara yazı yazmak şeklinde tezahür etmesini yeğlerdim. O kadarına nefesim yetmedi…

2005’te, Radikal Kitap’ta ‘Endişe’ diye bir bölüm hazırlıyorduk, hatırlarsın. Yazarlardan yazarkenki endişelerini anlatmalarını istemiştik. Her hafta bu konuyla ilgili bir yazarın yazdığı yazıyı yayımlıyorduk. Neredeyse bir yıl boyunca süren hikâyede, en çok senin yazdıklarından etkilenmiştim. Yazar ve insan olarak kendini koyduğun yer beni çok düşündürmüştü. “Kimim ki ben. Yazmaya cüret etmiş bir hayvan… İşte ben ‘Tol’u bir hayvan olarak yazdım” diye bitiyordun yazını. İnsan yaşarken en çok ‘hayvan’ olduğu gerçeğini mi ıskalıyor sence? Bu gerçeğin onun yazısına, bu öykülere katkısı da sorulabilir mi acaba?
İnsanlığın kibri, bencilliği ve ihtirası dünyayı yok ediyor. Hasan Ali Toptaş bir söyleşisinde, “Bir yere küçüklü büyüklü dağları ben yarattım edasıyla giren insanlar bana inanılmaz geliyor” mealinde bir şey söylemişti. Bana da inanılmaz geliyor, inanılmaz gelmesinin ötesinde, dayanılmaz geliyor. Bir insanın diğerleri üzerinde iktidar, tahakküm ve baskı kurabilmesi, bunu içselleştirebilmesi, bundan zerre rahatsızlık duymaması, rekabetle, güç arzusuyla, muktedirlik halini korumak yönünde daimi bir gayret ve endişeyle yaşayabilmesi hakikaten inanılmaz. Sözgelimi alelade bir diş macununu satmak için yorulan kafanın, yapılan organizasyonun, seferber edilen yaratıcılığın beşte biriyle, onda biriyle, dünyada açlık diye bir mesele kalmayabilirdi. Vaziyet çok belli: Ya tabiatla uyumlu yepyeni bir hayat kuracağız ya da toptan yok olacağız. Daha önce de demiştim: İnsanlara üzülmem, müstehaktır, ben onca hayvanın, bitkinin yok olacağına üzülüyorum. Onlar buna mani olamazlar çünkü. Velhasıl insan denen mahlukun mevcut vahim halindense, bir gorilin tabii halini tercih ederim. Bir hayvan kadar dürüst olmak isterdim, ama mümkün değil. Ben de bu pespaye pazaryerinde yeterince acılaşmış, taşlaşmış, kayışlaşmış durumdayım.

Peki, insan çürüyen bir toplumla nasıl yaşar?
Taviz vererek, bin türlü hesap kitapla, itişe kakışa, bata çıka yaşar elbet. Rekabete ve kâra göre tanzim edilen bir dünyada, daimi bir düşme endişesiyle, muhtaç kalma ve sefil olma korkusuyla yaşıyorsanız, hele çocuklarınız, sevdikleriniz açsa, hastaysa ve çaresizseniz gözünüz başka bir şey görmez. Asıl hırsızlar, kanunları koyup hırsızları yargılayanlardır, paraları kasalarına istifleyenlerdir. Kimse beni mülkiyetin hırsızlık olmadığına ikna edemez. Kapitalizmin vahameti budur. İnceltilmiş tarafından orman kanunudur ve esas numarası, insanları vahşi bir ayakta kalma çabası üzerinden birbirine rakip ve düşman kılmasıdır. İşte bu numarayı çakıp ötesine geçtiğimiz gün dünyanın değişme ihtimali olabilir. Devrimler pek öyle romantik mevzular değildir, gayet aktüeldirler. Bir milyon kişiyle bir başkentin kapısından dönmeyip yürümeye devam ederseniz muvaffak olmanız yüksek ihtimaldir. Sonrasında da iktidardan nefret edecek, kendi içinize kapanmayıp dünyalı kardeşlerinize yüzünüzü çevirecek tıynetiniz, çürümeye yazgılı bir galibiyettense, nam salacak bir mağlubiyete cesaretiniz varsa, bu iş olabilir.

‘Bazuka’ya gelirsek... Kitabın altbaşlığı, Aşk, Yalnızlık ve Şiddete Dair Hikâyeler. Bu hikâyeleri bu üç başlıkla özeltleyebilir miyiz?
Başka başlıklar da ilave edilebilirdi belki. Yalan dolana dair hikâyeler gibi mesela…

Bu öykülerde şiddet var, bu kesin. Ama şöyle de bir özellikleri var: şiddeti şiddete bulanmadan anlatıyorlar. Bu senin üslubunla alakalı tabii ki. Muhabbetle anlattığını söyleyebilirim. Sert konuları böyle anlatmak inanılmaz etkileyici bana göre. Neden böyle bir tercihin var?
Reha Mağden’in ‘Yazgıların Tableti’ adlı müthiş kitabında dedektif Murat Davman, “Suça karşıdan bakmaya mani bir hayatım oldu” diyordu. Ben de şiddeti, onu serinkanlı bir pervasızlıkla, sadece estetize etmekle yetinip çıplak haliyle anlatamayacak kadar yakından tanıdım sanırım. Öyle her tarafından irin ve kan fışkıran, insanların birbirlerinin gözünü oyduğu, feryat figanla dolu bir hayattan söz etmiyorum elbet. Ama benim gördüklerim bana yetti. Benim de şiddete karşıdan bakmaya mani bir hayatım oldu.

Sadece şiddet değil, özellikle ‘Pembe’ ve ‘Kuş Yuvası’ öykülerinde bir cinsiyet meselesi de var. Şunu düşünüyorum, Kadınların mağduriyeti, erkeklerin mağduriyetini görmemizi engelliyor mu bazen? Sen ne düşünüyorsun?
Mazlumun anlattığına yeterince kulak verip halini/derdini hakkıyla idrak edemeden zalimin yer yer pekâlâ haklı da olabilecek mağduriyetine dikkat kesilmek tehlikeli ve lüzumsuz bir incelik olabilir bazen. Ama şu kadarını söyleyebilirim: Erkekler hazin varlıklardır, daimi erkeklik ispatı çabası koca bir ömrü azaba çevirir, iktidar erkekte hayatı sadece kadınlar ve çocuklar için değil, kendisi için de cehenneme çeviren kederli bir nafileliğe dönüşür. Pınar Selek’in ‘Sürüne Sürüne Erkek Olmak’ kitabını tavsiye etmek isterim. Erkeklik halinin nasıl bir cendere olduğunu, yukarıdakine biat edip aşağıdakini ezmekten müteşekkil bir hayatın neye benzeyebileceğine dair eşsiz bir metin.

Ayrıca, ‘Kuş Yuvası’nda aşk ile ilgili önemli şeyler söylüyorsun. Okura sorduğun soruyu sana sormak isterim: “Her tür acının hem başlangıcı hem bitişi aşktan değil midir zaten? Aşk değil midir, nihai ismimizi koyup bizi kendimize hamile bırakan ve kendimizi doğurmamızı sağlayan ve ortaya çıkan bebeği önce mucize sonra hilkati garip veya tam tersi kılan?”
Orada bir aşk güzellemesinden ziyade bu meseleyi nasıl kendi kendini kandırmaktan başka işe yaramayan, leş gibi bir muhabbete çevirdiğimizi deşmek istemiştim. Kendine hamile kalmak, hilkati garip gibi ifade tercihleri bundan kaynaklanıyor. Bugün aşk dediğiniz parlak ambalajlı bir ürün, alınıp satılıyor, her yerde, ama hiçbir yerde. Bunca rekabetin, hesap kitabın, kâr hırsının, ağır mesainin, mezardan farksız evin, azap gibi okulun-kışlanın, cehennemden beter fabrikanın ortasında aşka mecali kalan varsa tebrik ederim.

Alıntılara başladım devam edeyim o zaman... ‘Tutkular Kitaplığı’ adlı öyküden şu bölümü tekrarlayacağım: “Okumak hem bir hayat başarısızlığının, ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır.”
Okumak, en başta sistemin ürettiği onca sahte haz vaadine kanmamak-kanamamak demek. Dışarıda teşebbüs ve tecrübe edilebilecek yığınla irili ufaklı haz ihtimali varken bir odaya kapanıp okumak… Bu bana bir tür kahramanlık gibi geliyor. Bir tür külyutmazlık da demek isterdim, ama kelimenin biraz soğuk bir tınısı var ve demek istediğimi tam ifade etmeyecek gibi. Ayrıca bir de şu var: akademisyenler ve bir avuç kalem erbabı haricinde okuduğu için cebine para konan insan görmedim ben. Bununla birlikte, biraz iddialı olacak ama, iyi bir kitap okumanın hazzını başka hiçbir şey vermez. Yazar olmaktan ziyade okur olmaktan mutluyum.

‘Derviş’, öykünde günümüze bir eleştiri var. Karakterin olan Derviş’in yaşadığı kâbusu anlatır mısın? “Nasıl bir devre uyanmıştım ben böyle” diyor ya Derviş... Bu, bizim bugün de yaşadığımız büyük şaşkınlığımız mı? Halimiz Derviş’e ne kadar benziyor?
Derviş’in Galata’dan Karaköy’e kısa seyahati, günümüzde hüküm süren büyük bir sahtekârlığı ifşa etme gayreti diye nitelenebilir belki. Sabah ticaretin en vahşisini icra edip, doğayı, hayatları, ruhları gözünü kırpmadan tahrip edip akşam tefekkürden, tasavvuftan, şanlı maziden, necip milletin kuvvetli maneviyatından dem vuranlar, siyaset yelpazesinin cümle ‘çılgınları’ yani, o Derviş’in peşine takılsın isterdim.

İki öykün var... Bunların ikisi de nazire. Biri Reha Mağden’in ‘Yazgıların Tableti’ kitabına ikincisi Emrah Serbes’in ‘Erken Kaybedenler’ine nazire. Bu kitapların senin için önemli nedir?
Bu iki hikâye bir yazarın değil, bir okurun hayran olduğu kitapların yazarlarına bir çeşit teşekkür çabası gibi okunsun isterim. Reha Mağden’in ‘Yazgıların Tableti’ kitabını çok gecikmeli okudum ve karşısında resmen dudağım uçukladı. Reha Abi’nin kitabını geç okudum, kendisini erken kaybettim. Kitaplarını daha önce okumadığıma, şahsını daha erken tanımadığıma pişmanım. Emrah’ı ise hem şahıs hem yazar olarak severim. Allah ona uzun ömürler versin.

‘Tol’, ‘Har’ ve şimdi ‘Bazuka’. Tek kelimelik isimlerden gidiyorsun. Nedir senin için tek kelimenin büyüsü?
Böylesi daha kolay ve şık geliyor. Tek kelimeden ibaret ismi olan kitapları hep sevmişimdir. Upuzun isimler de konabilir kitaplara, hiç sakıncası yok. Keşke daimi bir anonim sohbet misali, sadece içinde anlatılanların mühim olacağı, isim ve imza konmayan kitaplar olsa. Ya da kitaplar hiç olmasa da hayat sürekli bir seyahat halinde, keyifli ve uzun bir muhabbet misali başlayıp bitse.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder