
Claude Lévi-Strauss doğduğunda Marcel Proust henüz ‘Kayıp Zamanın İzinde’nin ilk cildini yayımlamamış, Rusya’daki 1917 devrimi gerçekleşmemiş, Almanya’daki Weimar Cumhuriyeti yıkılmamıştı. Birleşmiş Milletler, Sovyetler Birliği veya Çin Halk Cumhuriyeti gibi tamlamalar insanlara anlamsız geliyordu. Afrika karanlık bir kıtaydı ve Avrupalı ben için öteki, zorunlu olarak yabani bir mahluktu ve Kıta Avrupası’nda Yahudi düşmanlığı yükselişteydi. Lévi-Strauss, ressam babasının Brüksel’deki evinde 1908 ylında doğduğunda kendini bohem bir yaşantının içinde buldu, Paris’e taşındılar ve ilerleyen yıllarda Cervantes, Dostoyevski, Joseph Conrad gibi yazarları okuyarak ve Louvre Müzesi ve Opera’nın müdavimi olarak kendine bir ‘zihniyet’ yarattı. Aynı yıllarda Marx’ın yapıtlarıyla tanıştı, “onun yazılarını okuyunca, bu büyük düşünce adamı vasıtasıyla Kant’tan Hegel’e giden felsefi akımla da ilk defa karşılaştığım için çok etkilendim, önümde yepyeni bir dünya açılmıştı,” diye yazacaktı daha sonra. “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i ya da Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nden birkaç sayfa okuyarak zihnimi açmadan bir sosyoloji ya da bir etnoloji problemi ile uğraşmaya pek ender girişirim.” Sigmund Freud ve Marcel Mauss’un kitaplarını keşfeden Lévi-Strauss, L’Etudiant socialiste (Sosyalist Öğrenci) dergisinde kitap tanıtım yazıları yazmaya başlamıştı ve burada örneğin faşist Celine’in romanını bir başyapıt olarak selamlayabilecek kadar edebiyata tutkundu. 1920’lerde yeni bir disiplin olan etnolojiye ilgi duydu, yerli halklarla karşılaşarak, onların içine karışarak, onlarla yaşayarak saha çalışması yapma fikri onu heyecanlandırıyordu, özellikle de Kızılderilileri anlatan Amerikan etnoloji kitaplarını büyülenerek okuyordu. Bu sırada yeni kurulan Sao Paulo Üniversitesi’nde sosyoloji öğretmenliği için kendisine iş teklifi yapıldı, buradaki “Fransız misyonu”nda tarihçi Fernand Braudel ve coğrafyacı Pierre Monbeig de vardı. Solcu görüşleri yüzünden buradaki kültür misyonerleri ona şüpheyle bakıyorlardı ancak bunu önemsemeyerek kendini çalışmaya verdi, Paraguay sınırında araştırmalar yaptı, özellikle de Kaduveo köylerinde uygulanmaya devam eden yüz boyama sanatını belgeledi. Bororo köylerinde yaptığı araştırmaların sonuçlarını bir araya getirdiği “Bororo Yerlileri’nin Toplumsal Örgütlenmesinin İncelenmesine Katkı” başlıklı makalesi ilk önemli çalışmasıydı. 1939’da Fransa’ya döndü ama şimdi o temel Avrupa görüşünü, özne ile nesne arasındaki Hegelci hayatta kalış mücadelesini sonuna kadar götüren devletler, özellikle de Almanya yeni ve ırkçılığa dayalı bir varoluş mücadelesine girişmişti. “Fransa üzerinden karışık bir tren yolculuğunun ardından, Montpellier’ye, anne-babasının Cévennes’deki evinin yakınına vardı. O sırada Lévi-Strauss, bir Yahudi olarak nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunun farkında bile değildi.”
Bu şahane yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder