19 Aralık 2009 Cumartesi

tezer özlü'yü hatırlamak ve unutmak.

''benim en büyük mutluluğum herşeyden kaçmak. herşeyden. tüm çocuklardan. tüm acılardan. tüm sevgilerden. tüm orgazmlardan. tüm gecelerden. tüm günlerden . her hilal aydan, her ülkeden. ben her gece ölüyorum. her sabah yeniden canlanıyorum. her yirmidört saatlik zaman dilimi hem ölüm hem yaşam aynı zamanda."

"insanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. yazdıkları, okumak istedikleridir. sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir."

"bütün yaşama cesaretimi ölülerden alıyorum. anlatılarında yaşadığım ölülerden. bu kahrolası dünyayı, yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden. dünyanın ihtiyacı olan, her olguyu vermiş, söylemiş yazmış ölülerden."

"düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. hiçbir şey. hiçbir korku. aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. sakin ol. öylece dur. yaşamdan geç. kentlerden geç. sınırları aş. gülüşlerden geç. anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelerde otur -artık hiçbir yerdesin."

"uzun caddelerde yaşamı o kitapta olduğu gibi yoğun yaşayıp yaşamadiğımı düşündüm. aşkı, duyguları, özlemleri? yoksa ben yaşanan tüm olayların bir gözlemcisi, dünyanın, duyguların, özlemlerin, ülkelerin, alışkanlıkların bir seyircisi miyim? belki de gövdenin öldürücü acılarını gözlemci olarak taşımak daha kolay olurdu. peki ama sevinçler ve istekleri ne yaptım? duyguların derinliğinden bir gözlemci olarak kaçtım mı onların yarattığı akıntılarda ben'im tümüyle yer almadı mı ve zaman dışı sessizliğimde yeterince içten değil miydim?"

"yazmak istiyorum. ama her zaman yaşamin günlük hareketliliklerini yeğliyorum. caddelere çıkmak, doymak bilmediğim sokaklara bakmak, yeni köşeler keşfetmek, yabancı insanları seyretmek, doyumsuz yaşamı gözlerimden yüreğime indirmek istiyorum. kısacık anlarda ceşitli olayları, insan varoluşunun özünü, zaman ve duyguları sınırsızlık içinde derinliğine düşünen insanlar çok mu? bilmiyorum. bir an, zamanları, olayları, duyguları, dagları, kalın gövdeli, büyük dallı ağaçları, yeşil mavi akdenizi, uzantısındaki okyanusları, okyanuslarla ufuklarda birleşen yıldızlı gökyüzünü ve dağların ardından yükselen güneşi aşan olaylarla dolu."

"sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. ve hepsine haykırmak istiyorum. onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey. ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin 'medeni durum' dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. hem de hiçbir çaba harcamadan. belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. istediğiniz düzene erişmek o denli kolay ki... ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için değeri yok ki... bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzüne haykırmak istiyorum. sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. aranızda dolaşmak için giyiniyorum. hem de iyi giyiniyorum. iyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. içgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. evlerinizle. okullarınızla. işyerlerinizle. özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. ölmek istedim, dirilttiniz. yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. aç kalmayı denedim, serum verdiniz. delirdim, kafama elektrik verdiniz. hiç aile olmayacak insanlarla bir araya geldim, gene aile olduk. ben bütün bunların dışındayım. şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da hangi tren istasyonuna, hangi havaalanına ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum."

"hep öyle değil mi. sevgilerimizi, duyguların yükseliş ve alçalış dalgalanmalarını, kendi kendimize algıladığımız biçimde bir başka insana akıtmak istediğimizde tümüyle içimize hapsetmiyor muyuz. kim karşılıyor sevgileri. bir ilişkinin başlangıcı, sürekliliği aynı zamanda en derin sınırlandırılması değil mi. belki ancak ayrılık bir açıklık, bir derinlik kazanmıyor mu. duygularımın karşıtını savunamam. bir uzaklık kazanmam, yeniden kendi düşüncelerimin dünyasını bulmam gerek. tek bir kişide yoğunlaşan duygulardan her zaman kaçındım. sonsuz sevmek isteğimi her zaman tüm insanlara, her insana dağıtma çabası gösterdim. zaman zaman da herkesten nefret ettim. kendi dışımda."

"ölüm düşüncesi izliyor beni. gece gündüz kendimi öldürmeyi dusunuyorum. bunun belli bir nedeni yok. yasansa da olur, yasanmasa da. bir kaygi yalniz. beni, kendimi oldurmeyi denemeye iten bir kaygi."

"karanlik bir gecenin gec vaktinde kalkiyorum. herkes her geceki uykusunu uyuyor. ev soguk. cok sessiz davranmaya ozen gosteriyorum. gunlerdir biriktirdigim ilaclari avuc avuc yutuyorum. kusmamak icin uzerine recelli ekmek yiyorum. genc bir kizim. olu govdemin guzel gorunmesi icin gun boyu hazirlik yapiyorum. sanki guzel bir olu govdeyle oc almak istedigim insanlar var. karsi cikmak istedigim evler, koltuklar, halilar, muzikler, ogretmenler var. karsi cikmak istedigim kurallar var. bir haykiris! kucuk dunyaniz sizin olsun. bir haykiris! sessizce yataga donuyorum. olumu ve yoklugu uzun sure dusunmeye vaktim kalmiyor. simdi gozumun onundeki goruntuler renkli kirlari andiriyor. korkacak bir sey yok. kirlarda kosuyorum. sanki bir deniz kentinde yasamiyorum. hep kirlar. esintiyle birlikte egilen otlar arasinda bir basimayim. birazdan olum beni alacak."

"her anı ölüdür. şimdi sen de bir anısın. sen de ölüsün. her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. sözcüklerim olmadan o gökyüzüne nasıl dayanabilirdim. o caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve her şeyi düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere. ya da uykunun ölümsü derinliğinde var oluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere. bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgarları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgara, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor. başka hiçbir şey. "

"bıraktım. bıraktım. hepsini, kendi ve benim dünyamı anlamaları için bıraktım. ama hiçbiri kendi dünyalarını anlayamadı. ve bana ölümsüzlüklerin sonsuz acıları kaldı. ya da sonsuz bağımsızlıkları. bu kadar duyguyu nasıl taşıyacaktım? bunca yıl taşımış, bunca büyük kentin onca büyük alanlarında bu yalnızlığıma bir destek aramıştım. beni yaşamcıl kılmakla en büyük ölümlerin en derin acılarını bana vermemiş mi bu insan olma çabası? ben, insan olma çabasının sürekli üstüne giden ben? artık beni benden alsınlar. atsınlar bir alanın sabah süpürülen, sabah boş şişeleri taşınan bir büyük çöp tenekesine. ben de biraz onlardan olmak istiyorum. duyguları ölçüleyen, sevgilerini sevmeyen, acılarını acımayan, yollarını yürümeyen, uykularını uyuyan, iştahlarını yiyen, sevişme isteklerini boşaltanlardan olmak istiyorum. sevişme isteğinin sonunda tüm aşkları üstleyecek yorulmazlığı değil, yorgunluğu istiyorum bir insanın yürek atışlarında. ama sessiz gecelerin sonu var mı sanıyorsun. hayır? hayır mı? o zaman bir anadolu bozkırında özlediğin o adsız ve sıfatsız (zarif? snob? dalgacı?) beni, nasıl oluyor da bir orta avrupa kentinin bu kalabalık, trafiği yoğun caddesinin orta yerindeki, bu kahverengi halı döşeli odasında buluyorsun? çünkü, herkesi, her yerde bulmak mümkün."

"onlarin dunyasinda inis cikislar bu denli buyuk degil. onlarin dunyasinda cosku delilik derecesine varmiyor. onlarin dunyasinda bunalim olum korkusuna, belki de olum istegine donusmuyor. onlar yemek yemeyi her zaman seviyor. duzenli yemek yiyorlar. duygusal coskular yemek gibi beslemiyor onlari. onlar islerine inanmis. onlar baskaldirmayi savunurken, belli bir duzenin akisindaki yerlerini korumaya calisiyorlar."

"her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması. karşındakine birşey anlatmak istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler. bir bedenin üzerinde dolaşan her el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki bedenin üzerinde."

"çünkü sevgi de (istersen aşk de) üzücü, yorucu, duyurucu, doyurucu bir olgu. olması güzel ama belki olmaması daha rahat."

"insan dramının bilincinde olmayanlar, karı veya kocasına hayranlık duyanlar, kendilerine hakim olmaları gerektiğini sananlar, herhangi bir gemide herhangi bir yabancının ayakkabılarını modaya uygun bulup bu konuda konuşanlar, biriyle yatıp ona iyilik ettiklerini sananlar, sabahları genel konular üzerine konuşabilenler, özel yaşamlarını gizli tutmaları gerektiğini sanıp bu konudan hiç söz etmeyenler, yemekler ve mutfak üzerine konuşurken sanki bir askeri darbeden söz eder gibi heyecanlananlar, aşık olunca ömür boyu sürecek eşlerini bulduklarını sananlar."

yıldırımtürker'in tezer'e yazdığı mektup.

Sevgili Tezer; Sana bu gecikmiş mektubu yazmaya oturduğumdan beri belleğime bir fotograf gibi kazınmış olan o görüntüden kurtulamıyorum. Üstünden on yıllar geçmiş. Ankara’dayım henüz. Edepsizcesine gencim. Hayat, sanki her köşebaşında pusu kurmuş, bana serüvenler hazırlıyor. Yüreğim ağzımda geziyorum sokaklarda. Bir gece, neden çağrılı olduğumu hatırlayamadığım bir evde... Birkaç kişiyiz. Önden giriyorum. Salona adımımı attığım anda bir film karesine sızmışlık duygusu. Boş salonda, geniş kanepede tuhaf bir kedi uyumuyla oturan ince, sarışın bir kadın. Nedense o an; seni ilk gördüğüm an belki de yakalayabildiğim tek an. Sonrası hep izini sürmek oldu. Pavese’nin izini sürdüğün gibi. Sen Zürih’e giderken yazışmaya karar vermiştik. Belki bir kitap yaparız sonra, demiştin. Ama olmadı. Notlarından birinde diyorsun ki, “Özlem duygusu bende giderek ölüyor. Ancak çok sık gördüğümü ya da ölenleri özlüyorum. Ardından ‘Kalanlar’ adıyla basılan kitabında en yoğun şiddetle hissettiğim cümlelerinden biri bu oldu. Sana yazamadım. Sen de yazmadın. İşte ben seni şimdi çok özlüyorum. Seni özledikçe unutuyorum. Gün günden sisler içinde yitip gidiyorsun. Bellek yitimi gibi. Seni unutuyorum. Yazdıkların, senden bağımsız metinlere dönüşüyor. O an korkuyla fark ediyorum, onları yazan insanı hiç tanımamışım gibi merak ettiğimi. Yazdıklarını yeniden okurken, onları yazan yazarı, insanı, kadını, tanımadığım o kişiyi kafamda kurarken yakaladığım oluyor kendimi. Sarışın, ince bir kadın kuruyorum. Yine güzel, yine şaşırtıcı boğuk bir sesle kesik kesik konuşup sigaralar içen bir kadın. Kendimi yakaladığım zaman senin yazdıklarına ne kadar benzediğini düşünüyorum. Seni hatırlamak, gitmek gibi bir şey. Belki hep ‘gitmek’i yazdığın için. Can yakıcı. Bir yanıyla da yük atar gibi, ama her şeyi terk ederken dahi durmadan dönüp ardına bakan insanların gidişi gibi. Bir daha hiç geri dönmeyenlerin gidişi gibi. ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde, ‘Pazar günleri... Şimdilerde... sokak aralarından geçerken... gözüme picamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlanmışsa... odaların içine asılmış çamaşırlar görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep” yazan, çoktan gitti. “Bir ana ve babadan olma değilim... Doğumum bile bir kökünden kopma idi. Köklerimi hiç aramadım. İçerisinde severek yaşayabileceğim arka dünyalardan kopma köklerim olabilirdi. Annem ve babam gibi, tüm kentler, ülkeler, günler, geceler, her gökyüzü de yabancı kaldı bana” diyordun notlarında. Şimdi şu dünyayla barışmışların çağsamayla andığı o korkunç sıkıntıyı, o orta sınıf cehennemini, kendine hiç acımadan, bir tek sen yazdın. Kuşağının, sınıfının, bütün güdük oyunların mızıkçısıydın. Çocukluğunun geçtiği yerlerde gezindim birkaç kez. Çelebi Apartmanı’nı aradım. O yangın mahallelerini aradım. Saat kulesinin önündeki alandan kalkan otobüslere bakıp seyahat edenleri gıptayla seyreden, içinden ‘bir gün uzak dünyaları ben de tanıyacağım’ diye geçiren o küçük kızı aradım durdum. O eski yangın mahalleleri bütün şehir gibi değişmişti. Oysa o can sıkıntısı, o küçük kız çocuklarının üstüne basan hayat olduğu gibi sürüyordu. Öğretmenleri, doktorları, babaları ve polisleriyle üstüne saldıran dünya seni acıttıkça yazdın. Yazı, sana hep acı verdi. Yazarken adeta fiziksel bir acı çektiğini anlatmıştın bana. Yazıyı sorguladın. Sözcükler sana hiçbir zaman yetmedi. Ama onlardan başka sığınacak yerin yoktu. Seninle uzun uzun deliliği konuşmuştuk. Hep dünyanın kıyısından sarktın. Elektriğin sağaltıcı gücüne büyük inanç besleyen iktidara çarptın. Yenilmedin. Hep kendin oldun. Sonuna dek kendini ‘buzda bir balık’ gibi hissettin. Hep, ‘bağımsızlık, özgürlük, uyum sağlamak zorunda olmamak’dı özlemin. Kısa yaşadın. Hayatından olağanüstü bir güzellik kaldı geriye. Şimdi sana ancak Pavese için yazdıklarını tekrarlayabilirim: Tezer Özlü; “Bu kahrolası yeryüzünün büyük yalnızı. Seni ne denli seviyorum.”

selahiyet açısından: alıntılar, ege-edebiyat'tan, ekşisözlük'ten, anarkotopya'dan ve radikal'den devşirilmiştir.

http://www.ata.boun.edu.tr/chronology/kim_kimdir/tezer_ozlu.htm


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder