29 Eylül 2009 Salı

peki neden, zelda?

uzun zamandır internet'e bağlanamıyorum, oysa yazmak için sabırsızlandıklarım epey birikti. birkaç gün evvel, gece uzayınca zelda konuk oldu, intiharın eşiğinde olduğunu söylemişlerdi bir zamanlar. zelda üzerine uzun uzun yazmalı, geniş zamanlarda.

şimdilik. o sadece cemal süreyya'nın zelda'sı değil. benim de zelda'm. güzelim, ölümüm. ece ayhan'ı konuşturmaya çalışmışlar ölümünden sonra. neden zelda intihar etti ece ayhan? bu nasıl anlamsız bir soru, nedir ulan bu rasyonelize edebilme çabası. nilgün'ün ölümünü rasyonelize edebilseydiniz, çok daha kolay devam edebilecektiniz kaybetmeye-durgunluğa tahammülü olmayan hayatlarınıza. yaşamak için sebepler arayadurun, dilendiğinizce rasyonelize etmeye çalışın ölümü...yok ki bir sebebi yaşamanın.

nilgün marmara, sevdiği sevmediği herkese bir öpücük kondurup, kendini boşluğa bıraktı. üzülüyorum, tanımasam da çok özlüyorum. süreyya, akşamın bir vaktinden sonra başka bir nilgün'den bahsediyor, 'daha fazla uzatmayalım' diyebilen bir nilgün. sebepsizliğini, artık bir sebep bulamadığını dürüst bir şekilde ortaya koyan bir nilgün.

güzelim, zelda ve nilgün.

eğer vaktiniz olursa, bir gün nilgün'ün boğaziçi üniversitesi'ndeki yükseklisans tezini de karıştırın. sylvia plath ve sanatı ve intiharı üzerine.

nilgün marmara'dan:

Aydınlıkta köhneliği belirginleşen ve kentte ve konutta hiçbir şey neyse ben oyum. Öylesine bağsız ve yeğniyim ki bu hafifliğin şiddetinin bedelini bir gün öderim diye düşünüyorum. Sanki varoluş beni cezalandırmak ister gibi; yoğunluğundan bana düşen payını benden geri alarak bu yoğunluğa, olur olmadık herkese ve her şeye fazlasıyla katlayarak sunuyor. Ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç, inancım yok. Hiçlik tanrısının kayrasıyla kutsanmış ben yalnızca buna inanabilirim, ben. Yere göğe zamana denize kayalara ve kuşlara da dokunan aynı tanrı değil mi? Bu kutla tanrının yönetkenliğinde, olmayan ellerimle bir yok-tanrı'yı tutuyor ve ölçüyorum yokluğun ağırlığını. Kefe'lerinden birine onun oylumu pekâlâ sığıyor, diğerine duygular, duyumlar ve düşünceler yığılıyor, işte yetkin eşitlik...her gün her gece bu eşitliğin bilgisiyle geçiyor. Bir eskiciden satın alınmış bu teraziyi birgün başka bir eskiciye vereceğim, o gün, tozanlarım her bir yana dağılıp toprağın suyun ölümsüzlüğüne eklemlenecekler ve ben özgürleşeceğim.

bir vakit olur, ilhami çiçek'i anlatırım.

12 Eylül 2009 Cumartesi

piyasa, sanat ve gündelik muhalefet.

seksen sonrası, neoliberal dönemde sermaye ve kültür-sanat arasında oluşan yeni ilişki biçimlerini ayrıntısı ile anlatacak değilim. burada sadece birkaç noktaya değinmek istiyorum. malumunuz, 2010'da istanbul'un kültür başkenti olması hasebiyle 'hangi kültür, hangi sanat' soruları gündeme geldi. muhakkak, bu süreçte sermaye ve piyasa koşulları ile barışık olan, eksenini ortodoksilere göre belirleyen sanat kabul edilebilir oluyor. görmezden gelinen kültür fragmanları ve marjinalleştirilen sanat anlayışları/uğraşları bir yana; bu süreç bize temel olarak sanat-ve-kültürün metalaşması süreçlerini tekrar sorgulamamız gerektiğini hatırlattı. nitekim, yapısal kısıtlar ve çarpıklıklar sorgulanmazsa, şimdiye değin hakim anlayışlarla uzlaşı içerisinde olan sanatçılar/yazarlar bile birgün kendilerini bir köşede sıkışmış bulacaklar.

öncelikle uğraşılması gereken temel mesele: telif hakları ve patent. en temel kısıtların bu ikisi olduğunu iddia etmek akla uzak olmasa gerek, sanıyorum. nihayetinde bu kısıtlar ortadan kalkmadıkları sürece, sanatın piyasayalaşmasından ve kültür fragmanlarının metalaşmasından kaçınmak mümkün değil. neticede, bu iki kısıt kitabı-müziği-sinemayı üretilir, tüketilir ve kolayca pazarlanabilir hale getiriyor. bunun için de durmadan yeni endüstriler ve piyasalar boy gösteriyor.

bu konuda hakkıyla uğraş veren güzel insanlar var muhakkak. eğer merakınıza mucip olursa, şurdan burdan takip edin, http://anticopyrighttr.wordpress.com/.
hatta, bu minavlde -telif hakları ve patent meselesi- mücadele yürüten bir isveç partisi avrupa parlamentosu'nda temsil edilebilir olmuş. tekrar, merakınıza mucip olursa, http://thepirateparty.com/index.php/policy-overview.

ilgilenenler için, bu mesele neoklasik iktisat anlayışı içerisinde oldukça güçlü bir biçimde temellendirilir. telif hakları ve gerekliliği mevzu çeşitli savlarla meşrulaştırılır. bkz. free rider problem, copy right and negative externalities - gönlünüzce gugıllayıp meseleyi idrak edebilirsiniz. ama boşuna bana bakmayın, piyasa her zaman kendini haklı çıkarır, sonuçta neoklasik iktisat doktrini hakimiyetini fütursuzca kurdu bi kere.

korsan mevzuna dönersek. de certeau şöyle diyor, sermayeden çalıp çırpmak kapitalist sisteme karşı yürütülebilecek en güzel muhalefet biçimlerinden biridir. fransız düşünürün ünlü örneği ile, egemenlerin sahip olduğu bir işletmeyi-fabrikayı gece vakti kendi hesaplarına çalıştıran işçiler, aslında, onurlu bir direniş mücadelesi vermektedirler. meseleye nereden baktığınıza ve nerede durduğunuza göre durum değişecektir, fakat de certau'nun bu sözlerine ben katılıyorum. çünkü, malumunuz, madunlar ve mağdurlar iktidarla doğrudan mücadele edemezler. nitekim, açık mücadeleyi yürütecak silahları yoktur. zaten, sesleri de duymazdan gelinir. ellerinde toplar tüfekler olan iktidar sahipleri ile doğrudan yüzleşme madunları/mağdurları tüketebilir, kanlı sonuçlar ortaya çıkar. bkz. türkiye'de yetmişler seksenler ve sol hareketler. bu yüzden, muhalif olma halleri yeni çehreler kazanır. iktidarla baş edebilmek için yapıyormuş gibi yapma, sinsice hareket etme, çalıp çırpma, kaçakçılık yapma, aşırma gibi pratikler ortaya çıkar. bunlar, gündelik muhalefet biçimlerinin en farkedilebilir olanlarıdır. bu konuda popüler bir örnek isterseniz, 'v for vendetta'yı izlemenizi salık veririm.

yüzünde çamur ve kan. bir elinde karanfil, diğerinde taş. ben seni ancak kederli gözlerinden tanırım.

bu arada, resimler banksy'e ait. filistin-israil duvarını süsleyen güzel insan. murat menteş vesilesi ile tanıdım, mutlu oldum.

11 Eylül 2009 Cuma

berduşluk, devrim ve sufizm.













aleksandır süperberduş. devrimci bir sufi. bu adlandırma sizin hoşunuza gider mi, bilmiyorum, ama ben bu nitelemenin kahramanımıza yakıştığını düşünüyorum.

tunalı hilmi caddesi. akşam üzeri. birşeyler içip, muhabbet etmek derdindeyiz. kuzenim, birkaç gün önce, çıkmak istediği asya turundan vazgeçmek zorunda kalmış. siyasi meseleler yüzünden iran-afganistan sınırı kapalıymış - trenle gitmek istiyordu. ayrıntısını bilecek kadar uluslarası güç dengelerine vakıf değilim; ülkeler arasında olan meseleleri oldum olası sevmemişimdir, her neyse. benim aksime, geride bırakma ya da kaçma hali değil onun seyyahlık nedeni, yeniliklerin içerisinde sürüklenip durmak istiyor. heyecanlı bünye. dolayısıyla gündemimizde 'süperberduş' var.

"bir sayfalık yanlışlık sonucu öldü" diyor. irkiliyorum. ölümünün bu kadar basit olması, keder verici. gerçi satıraralarında ölenleri de biliyorum- tabiki metaforik değil; bu daha da keder verici. yazdığı satırların yalandan ibaret olduğunu farkedip, iki satır arasında, yani kaşla göz arasında intihar eden yazar kişiler.

neyse mevzumuza dönelim. süperberduş. devrimci karakter. etrafında kayıtsızca dolanan maskeli yüzlerden sıkılıp, hakikatin peşine düşen güzel insan. yalandan bir hayat sahibi olmaktan imtina eden edebli karakter. 'into the wild'ın esas oğlanı, sürekli sürüklenmek zorunda kaldığımız rollerden, yaşama stratejilerinden ve taktiklerden kaçıyor. kaçarak kurtulacağını zannediyorsa yanılıyor, diyenler olabilir. işte zaten tam da bu yüzden -nihayetinde kendini keşfetmek- için doğaya kaçıyor. malum, toplum her zaman buyurgandır, herhangi bir toplumsallık beraberinde zoraki olarak rolleri getirir. taraflar birbirini tanıyıp-anlamak için, istenilen rollere bürünmek zorundadır. aksi takdirde, toplum tarafından dışlanır ve çevreye itilir. hele para ve statü gibi ortodoksiler bu kadar güçlü, bu kadar hegemonik iken. her gün işe gidip geldiği yolda, hangi beyaz yakalı bir berduş görmek ister ki. aşağılamanın ötesinde, karşısındaki serserinin hayatı bu kadar "ciddiye almadığını" farkederken. - bi ara geç osmanlı döneminde, serserilik yaptığından dolayı sürgüne gönderilen ya da sınırdışı edilen güzel insanlardan bahsetmek istiyorum; bir de bunun yanında 'tembellik hakkı'ndan bahsetmek gerekiyor, sermayenin buyurduğu sürekli devinime karşılık, http://www.toplumdusmani.net/modules/wfsection/article.php?articleid=683 . - başa dönelim, süperberduş'un hem devrimci hem de sufi olduğunu söyledim. bir kere toplumun ve toplumsal ilişkilerin tam içerisindeyken, sürüklenmek zorunda kaldığı rollerden sıyrılması mümkün değil. toplumu ve daha ötesinde bireylerin kanıksanmış değer yargılarını değiştiremiyorsan, uzak kalman gerekiyor. hayır, bu bir kaçış değil, sevgili okur, aksine yoldaki insanları da sürükleyerek toplumsal çerçevenin dışına çıkmak emsal bir durum. nitekim, devrimi toplumun içerisindeyken buyurduğunda bir yandan bahsi geçen ortodoksilerle boğuşmak zorunda kalacak. malum, süperberduş nihilizmin yarattığı zeminde oldukça devrimsel. devrimselliği ilk önce kendini keşfetme çabasından, sonra da etrafındaki insanların kalplerini uyandırarak uzaklaşmasından mütevellit. -bu yüzden film boyunca, tarkovsky'nin stalker'ı ile paralellikler kurma ihtiyacı duymuştum. velhasıl, kocaman harflerle, devrim ilk önce içeride, yüreklerde başlar, diyor süperberduş. malum olduğu üzere dinlerin, bilhassa islam'ın, tebliğ metodu budur. ilk önce nefsini tanıma, sonra nefsini ıslah etme, sonra da etrafındaki insanların kalplerini fethetme (bkz. 'gavsülazam', abdülkadir geylani). kitlesel hamlelerden ötede bireylere hak ettikleri kıymeti vererek, yüreklerine nüfuz etme. süperberduş, ilk aşamada, kendi dışsal/içsel yolculuğunda oldukça inançlı bir sufi. daha önemlisi, birşeylerin değişebileceğine dair hala bir umudu var.

kuzenimle benim filmden devşirdiklerimiz, aşağı-yukarı bu minvalde. bu arada etrafımda hala güvenebileceğim insanların olduğunu bilmek, çok evvel kaçan huzurumu yerine getiriyor. gece ilerliyor, tunalı hilmi, sonrası alışveriş. eve gelirken, kuzenimden son sözler, "sevme savaş, harcarlar seni. berduş olursun. ezilme ez, anlamazlar seni." (arog'da böyle bir replik varmış, ben de bugün öğrendim.)

8 Eylül 2009 Salı

çekirgelerin peşinde: beynelmilel harekat

Hikaye soyle baslar. 1925 yılında Mardin'de bir sığır hastalığı zuhur eder. Sigir hastaliginin en onemli nedeni 1920lerin ortasinda, bilhassa guneydogu Anadoluda, vuku bulan cekirge salginidir. Hükümet bu hastalığa karşı teyakkuza geçer ve mücadele yollarını arar. Şefik ve Rasim Beyler Hükümet tarafından sigir hastaligi mücadelesi için görevlendirilir. Ve 1926 yılında Şam'da yapilacak Çekirge Konferansı'na Türkiye'yi temsilen katılırlar. Anlaşıldığına göre, bu konferansta -her ne kadar başlığı cekirge olsa da- sığır hastalığına karşı da belnelmilel bir çare aranmaktadır. Arşiv kayıtlarına göre, sığır hastalığı bu mücadele sonunda tek hamlede son bulmaz. Üç sene sonra, yani 1928'de, Diyarbakır ve Erzincan'da sığır vebası tekrar ortaya cikar. Hükümet yine bir acil eylem planında bulunur ve sığır vebası ile ilgilenmeleri için 11 veterineri görevlendirir.

Vurgulanması gereken nokta, sığır hastalığı çekirgee mevzunun sadce bir yönüdür. Meselenin asli, baslibasina, cekirge salginidir. Soylendigi uzere, Hukumet meseleyi son derece siki takip eder. Hatta, çekirge mücadelesi konusunda eğitilmek üzere, uzmanlar yurtdışına gönderilir. Buna mukabil, İngiltere'den ziraat uzmanı Uvarov getirilir. Ne amaca hizmet ettiği ve içeriği hakkında malumatımız olmasa da, 1926 senesinde Hükümet bir Çekirge Kanunu çıkarır. Yine aynı sene, yukarıda altı çizildiği gibi, Şam'da Beynelmilel Çekirge Konferansı düzenlenir. Türkiyeli temsilcilerin bu konferansa iştirak etmeleri için -hem cekirgeler hem sigirlar mevzunda- hatırı sayılır bir bütçe ayrılır. Bu konferansa katılan Türk temsilcilerin başka bir amacı daha vardır, Belnelmilel Çekirge Mücadele İstihbarat Müessesi hususunda anlaşmaya varmak. Arşiv kayıtlarından takip edebildiğimiz kadarı ile, bu yıllarda güneydoğuda -bilhassa Urfa ve Mardin- çekirgelere karşı yoğun bir mücadele verilmiştir. Hükümet tarafından bu mücadelede kullanılmak üzere araçlar satin alinir. Bu araçlar ve malzemeler, 1926'da Ankara'dan tahsis edilen 2 otomobil, 14 kamyon ve 6 traktörle Urfa ve Mardin'e sevkedilir. Ve araçların işletilmesi için pazarlıkla petrol alınır. Kayıtlara göre, bu mücadele için çinko levhalar da satın alinmistir– her ne kadar bu levhaların nasıl kullanıldığı hakkında hüküm veremesem de. Meselenin resmi zemini 1920lerin ortasinda yururluge konulan - çekirge ve süne haşerelerinin imhasına dair- bir tuzukle desteklenir.

Anlaşılan, cekirge mücadelesi mevzu Hükümet'in gündemini epey meşgul etmiş.Ve mücadele için topyekün bir hamle yurutulmus: tüzük, yasa, mücadeleyi yürütecek görevlilerin tespit edilmesi, belnelmilel konferanslara temsilciler gönderilmesi ve hatta bu hususta belnelmilel anlaşmalara imza atılması. Boyundan büyük mevzulara mahal veren o güzel çekirgelere buradan selam ederim. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri'nde seyrüsefer eylerken derlenmiş bir güzel hikayedir. Keyifle okuyunuz.

Eylül 09 - Ankara

arşiv, the beatles, yusufhalaçoğlu.

saat on yedi otuz. arşiv boş. sıkılma hali. the beatles çalmaya başlıyorum. akisler. cumhuriyet cocuklarinin kemikleri sizlar mi, ne dersin sevgili oguzatay. görevli geliyor, fakat sanilanin aksine gülümsüyor. rahatim.

saat on altı sıfır beş. yusuf halaçoğlu geliyor arşive. akşama iftara gidecekmiş. yörükler diyor, bes-on dakika kadar anlatiyor. sonra, belgeleri getirin, diyor. görevliler el-pençe.

ben arşivdeyken.

pazartesi arşivde ilk gün. eryaman'da, kuzenimin evinde biraz dinlendikten sonra, öğleden sonra arşive ulaşıyorum. biraz tedirginlik ve heyecan var. bu işi kotarabileceğimden emin değilim. farklı bir disiplinden geliyorum, üstelik arşivlerin donuk olmasına dair kesin bir önyargım var. gelmeden evvel, istanbul'da arşiv araştırması ve metodu hakkında üstün körü bir bilgi edinmiştim. fakat bu yeterli değil.

şaşkınlık ilk izlenim. zira arşivde benden başka kimse yok. sevgili araştırmacılar nerede acaba, diye hayıflanıyorum. sonra arşiv görevlisi ile tanışıyorum. kısa bir sohbetten sonra, bana arşiv araştırması hakkında teknik bilgi sunuyor. görevlinin beş-on dakikalık sunumu gerçekten yardımcı oluyor. sonra çalışmaya koyuluyorum. bakanlar kurulu kararnamelerinden başlıyorum. önümde dizili onlarca katalog arasında, uygun anahtar kelimelerle yol bulmaya çalışıyorum. indeksler önümde serili. konudan konuya atlarken, o kadar da fena değilmiş, diyorum kendi kendime. sonra araştırma konumun ötesinde, başlıklar çalınıyor gözüme. uzak hikayeler, dehlizde kalmış. keyifle sürüklenmeye başlıyorum.

7 Eylül 2009 Pazartesi

differences.

farklılıklar ve vatandaş olmak, demişler. geçen aylarda, az biraz gündem oldu bianet üzerinden. hatırlayınız.
http://www.devinim.tv/

inside/outside.

iç mihrak, ilgiyle takip ediyoruz.
http://icmihrak.blogspot.com/

bir de fark yaraları.
http://farkyaralari.blogspot.com/

bunu da vaktin evvelinde söylemiştim, yine söylerim.
http://www.korotonomedya.net/

sonra cemakas.

simdi cem akas, malum muzir yazar kisisi. ah guzelim insan. buyurken okuduk. de okurken buyuduk. canim cem akas, kendisi ile yeterince ugrastigi yetmedi. bizimle de ugrasti. satir aralarinda, buyurgan kisilik; zaten saklamiyor da. oldugu gibi ortada. yazar olacak kadar kocaman benligi var. o yuzden sevmistim ilkin. sehrin merkezinde, gece konusmalari, ancak cem akas. baska bi guzelligi buyuk anlatanlarla-klasiklerle fazla mesai etmis, yazarlik seruveninde. simdiye degin soylenenleri alt-ust edislerinden belli.
muhendis, bi de bogazici-ataturk enstitusu'nden. sabanci'da gordugumde yaratici yazma dersleri veriyordu.
daha sonra yine konusalim. cemakas.
surdan burdan ama keyifle okuyunuz, http://www.cemakas.com

Bir Iliski Nasil Olmalidir Birinci Manifesto

1. Bir ilişki ilişmekle yetinmemelidir. Kıyıya, köşeye, ucuna veya kenarına oturmakla, oturuyormuş gibi yapmakla gemi yürütülmez. Üzerine oturulacak şey süngü bile olsa, tam anlamıyla oturmak şarttır.
2. Islak olmayan bir ilişki düşünülemez.
3. Aslında ilişki diye bir şey yoktur; her şey palavradır. İki insan ancak birbirlerine ilişmedikleri sürece birbirlerini yaşatabilir. Birlikte değişim bir ortaçağ yalanıdır.
4. Olmuyorsa olmuyor kuralı: kelek kavuna şeker serpmek kadar anlamsız bir hareket daha bulunabilir, ama bu zor olacaktır.
5. Herkesin kavun yerine ayva yemeye hakkı vardır.
6. Duvar çentiklerinin gölgesinin derin olacağı unutulmamalıdır.
7. Söylenmeyen söz ağırlaşır.
8. Herkesin kendine ait bir karanlığı olması gerektiği, tartışılmaz bir gerçektir.
9. Bir ilişkide gerçek diye bir şey yoktur. Dolayısıyla kaç kilo ettiği bilinemez.
10. Avukatlar ve polisler, sevgiyi mülkiyet kanunlarının hükmüne sokmakta başarısızlığa uğramaya mahkumdur.
11. Bedenlerin birbirine alışması söz konusudur. Bu, beyinler için de geçerlidir. Bu konuyla küçük mavi cinler ilgilenecektir.
12. Acı çektirme sanatı gün geçtikçe ilerlemektedir. Her ilişkinin amacı, bu sanatı kusursuzluğa ulaştırmak için çabalamaktır.
13. Her insanın duvarları vardır. Her duvarın gedikleri vardır. İlişkide dürüstlük, insanların birbirlerine verdiği ve bu gedikleri gösteren haritaların doğruluk derecesiyle orantılıdır. Orantı sabiti 1.7’dir.
14. Duvarlara işemeyiniz.
15. Her insanın paspas olmaktan sıkılmaya hakkı vardır.
16. Beklemek erdem değil, çaresizliktir.
17. İnsan temelde yalnızdır. Üst katlar için kesin bir şey söylenemez.
18. Yalnızlık paylaşılmaz. Paylaşılırsa raconu kalmaz.
19. Erken kalkanın kahvaltıyı hazırlaması, uzun vadede bir ütopyadan ibarettir.
20. In the long run, we are all alive.
21. İnsan tek başına da sıkılabiliyorsa bu becerisini geliştirmelidir.
22. Aslında ilişki diye bir şey vardır. Her şeyin palavra olması hiçbir şeyi değiştirmez. Aşk her ilişkide bir olasılıktır. Yaşam da her ilişkide bir olasılıktır. Dolayısıyla aşkın ne olduğu bilinmemekle birlikte yaşam aşktır. Bu madde, 3. maddeyle çelişmez.
23. Diğerinin bokunu temizlemek, aşkın varlığını kanıtlamaz. Diğerinin aşkını temizlemek, bokun varlığını kanıtlar.
24. Metal yorgunluğu, uzun süre sıkılı kalan bir vidanın ya da bükülü duran bir levhanın yorulup kırılması gibi bir şeydir. Aynı paralelde ilişki yorgunluğundan söz edilebilir.
25. İlişki, il-İŞ-ki değildir. Fazla mesai ücrete tabi değildir. Görev bilincinizi götünüze sokunuz.
26. İlişkilerde eşzamanlılık olanaksızdır. Herkesin zamanı kendine göre işler. Ortada tek bir dağın olması, değişik açılardan bakıldığında değişik şeyleri görüldüğü gerçeğini değiştirmez.
27. Rüyalar, anılar kadar önemlidir. Tabiri caizdir.
28. Herkes kendi efsanesini kurmak ve yaşatmakla yükümlüdür. Ancak bireysel efsaneler var olduğunda ortak bir efsane oluşturulabilir.
29. Dil, iletişim kurmak için başvurulacak son amaçlardan biri olmalıdır. Bir çelişki gibi görünse de konuşmak şarttır. Bu, koklaşmanın ve telepatinin önemini hiçbir şekilde yadsımaz.
30. Yolların uzun ve ince olması, üzerlerinde gündüz-gece gidilmesini gerektirmez.
31. Her son’un nasıl olacağı en başından bellidir.
32. Eğer bir ilişkinin bitmesi mümkünse bitecektir.
33. Bunun birinci manifesto olması, ikinci bir manifestonun olmayacağı anlamına gelmez.
Cem Akaş

basla o zaman: ahmuhsinunlu

sen beni öpersen belki de ben fransız olurum
şehre inerim bir sinema yağmura çalar
otomobil icad olunur, zarifoğlu ölür
dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.

-senegalliler dahil değil

sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
o vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin
hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin

-yoksa seni rahatsız mı ettim?

sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
elbette gayet rasyoneldir attan atlamak

-freud diye bir şey yoktur.

sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.

-haydi iç de çay koyayım.