20 Kasım 2009 Cuma

"Ewladê Kerbelay mê/ Be xetay mê/ Ayıvo, zılmo, cinayeto"


her halini ifşa ediyorsun demişti, bi arkadaşım yıllar önce. bunu diyen arkadaşın, şikayeti neydi, yıllarca düşündüm. bunun da ötesinde, kamusallaştırdığım yüzlerimde samimi değil miyim, bunun hesabını kendime sordum. fakat yine de, hissettiklerimi yaşadıklarımı kamusallaştırmaktan çekinmiyorum. bundan mütevvellit, burada saha günlüklerinden kısa notlar aktaracağım. belki tez hazırlık dönemine de yardımı dokunur. her neyse gördüklerim uçup gitmesinler, burada zapturapt altında dursunlar.

ilk gün. şeyhmus diken ile görüşme fırsatım oldu. kendisi, diyarbakır tarihi üzerine uzman, bilhassa sözlü tarih. şimdilerde, araştırmalarının yanında, büyükşehir belediyesinde danışmanlık yapıyor. tez araştırmamda yardımcı olacak birkaç kitap ismi zikretti. biraz akademiden konuşma fırsatımız oldu. biraz onun hayatından. oğlunun ismini koyarken nüfus memurunun çıkardığı zorluktan. oğlu "dara." velev ki bir şikayet gelir, dava açılırsa diye, sorumluluğu üstüne alan bi kağıt imzalamış. sonra benim araştırmamın bağlamında birkaç kelam ettik. odasında, bir lahit benzeri taş vardı, ben 'musalla taşı' olarak okudum; egemenler tarafından tarihin çöplüğüne yollanmış, diyarbakır'ın eski isimleri yazılı. "diyarbekir/ dinkranegerd/amed/ omid/ amida"

akşam saatlerinde, zırhlı polis araçları sokakları kolaçan ederken, ulucami'nin karşısındaki hasanpaşa hanı'nda (?) kahve içip tütün sarıyordum. seyrüsefer eden gazeteler, radikal, taraf, günlük. raflardaki kitaplar, musa anter ve aziz nesin. bol bol ahmet kaya. sonra aşk dolu, barış dolu, kahır dolu bi sürü kürtçe şarkı/türkü. kardeş kardeşe bunu yapar mı, diyordu bi tanesinde. aynı topraklarda, aynı bayraklarla yaşayacaktık oysa.

ofis'te çanta dükkanı var. veysel. yirmibeş yaşında. ömrü hayatımda gördüğüm en mütevazi insanlardan biri. can'dı. çay içilir muhabbet edilir. ben asimilasyondan ve kürt mücadelesinden bahsederken, ilk önce biraz tedirgin, sonra sohbet doğal seyrinde.

dağkapı'da bir pansiyondayım, bu gece.

18 Kasım 2009 Çarşamba

'sex in the neoliberal city' ve gündem virgül nokta perde


güzel bi arkadaşım göndermiş, okudum, beğendim; sizin de hayretinize mucib olur diyerek post ediyorum. yukardaki hatun savita, hindistan'da bir çılgınlığa dönüştüğü söyleniyor. seks tanrıçası. aşağıdaki yazı onun hakkında. kısa bi özet geçmek istiyorum, okumaktan imtina edenlere. hatta fikrimi de eklerim. neoliberal dönemde, cinsel ilişkilerin büründüğü haller üzerine bir okuma yapıyor, yazar kişi, bir porno fantazi serisi üzerinden. bu metinde, hem bir comic-strip üzerinden sosyoiktisadi okuma görüyoruz, hem de hindistan'da neoliberal şehir hayatında hakim olan erkek egemen tahayyüllere dair ipuçları. mesele şu ki, ahlaksal normların sınırlarını yitirmesi üzerine, erkek egemen cinsel tahayyüller yeni serbestiler ve buna bağlı olarak yeni temsiliyetler kazanmış oldular. cinsellik kolayca ulaşılabilecek bir metaya dönüştü. cinselliğin ardılları olan duygusal hazlar bir kenara bırakılıp, ahlak takıntılarının da ötesinde, piyasa koşullarına göre kolayca 'alınıp-verilebilen' ilişkiler hakim algıyı kurguladı. sevgili dostlarım, benim neoliberal aşklar üzerine yaptığım, kendinden menkul değerlendirmelerimi bilirler. elde etmek, fethetmek, 'hatun düşürmek', tüketmek [ki bunlar hakim neoliberal tasavvurlar] kodları üzerine kurulu aşk ilişkilerinin modern-öncesi dönemlerle, hatta gerekirse tasavvufi misaller üzerinden, mukayesesine girerek, çok duygu-ötesi yaban hallerde varolduğunu iddia ediyorum. bir yandan, piyasa koşullarında yeni serbestiler kazanan her türlü ilişkinin -islam paradigmasında kader, 'razı olma,' vefa kavramsalları ile açıklanan- 'biat etme' kültüründen oldukça uzak bir noktada -ki bu 'kırsal'da hala kendini muhafaza ediyor- bir hızlı tüketim kalıbı içerisinde yeni hallere büründüğünü öne sürüyorum. hep birlikte iddia edebiliriz, benim için sakıncası yok. ya da itiraz edersiniz, o da olur. mesele şu, kıyas için hangi paradigmayı aldığınızın ötesinde ilişkilenme süreçlerinde bir metalaşma ve profanlaşma olduğu. vesselam.

http://thefishpond.in/itty/2009/on-savita-bhabhi/

bir de şu var, gündemde, ömer lütfi mete vefat etti. sevgili okur dostlar milliyetçi reflekslerinden, faşizan eğilimlerinden ya da ömür müddet yürüttüğü gündelik siyasal mücadelelerinden şikayet edebilirler. onların tercihidir. benim için mesele şu. o bir şair, aynı zamanda. ömer lütfi, bir şiir ile girmişti hayatıma, erken dönemde. çağrışımları var bu şiirin. ve hatırat.

Uçurumun kenarındayım Hızır
Ulu dilber kalesinin burcunda
Muhteşem belaya nazır
Topuklarım boşluğun avcunda
Derin yar adımı çağırır
Dikildim parmaklarımın ucunda
Bir gamzelik rüzgâr yetecek
Ha itti beni, ha itecek
Uçurumun kenarındayım Hızır
Civan hazır
Divan hazır
Ferman hazır
Kurban hazır

Uçurumun kenarındayım Hızır
Güzelliğin zulme çaldığı sınır
Başım döner, beynim bulanır
El etmez
Gel etmez
Gülce'm uzaktan dolanır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Gülce bir davet
Mecaz değil
Maraz değil
Gülce bir afet
Peri değil
Huri değil
Gülce beyaz sihir
Gülce ölümcül naz
Buram buram zehir
Yar yüzünde infaz

Bir gamzelik rüzgâr yetecek
Ha itti beni, ha itecek
Güzelliğin zulme çaldığı sınır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Ben fakir
En hakir
Bin taksir
Ateşten
Kalleşten
Mızrakla gürzden
Dabbetülarz'dan
Deccal’dan, yedi düvelden
Korku nedir bilmeyen ben
Tir tir titriyorum Gülce’den
Ödüm patlıyor Gülce’ye bakmaktan
Nutkum tutuluyor, ürperiyorum
Saniyeler gözlerimde birer can
Her saniyede bir can veriyorum

17 Kasım 2009 Salı

kentsel dönüşüm,
http://www.dailymotion.com/video/xadn42_ecumenopolis-trailer_shortfilms

dersim belgeseli, çayan demirel,
http://video.google.com/videoplay?docid=-7893147585919394185&ei=YicDS5u3N5Pc2gKKqcGNCQ&q=dersim#

a ballad for each pair of bullet: "bir noksan kalmaz inşallah, şeyhim"

senden benden ve en gayri ciddi biçimde ümmetten yürüttüğümüz heveslerle yeni bir dil inşa ediyorduk dedim ya epistomolojik hevesler kazı uygarlığın katmanlarını sistemnin dişleri arasında sıkışan vicdanın son çürük dişleriyle asrısaadet diyenler muhayyel bir devrim sevdasında değildi bunu bilmeni isterim ki sermaye odaklı eyleşmelerde en muhalif yeşil çizgileri kayıtsız takınmadılar dedim ya sokaktan gelen bir çığlığa aks etme serüveni sathı mücadele küresel eylem planında Srebrenica hakeza Filistinli direnişçilerden bahsedecek kadar samimi 'takva sahibi' olmadığımı biliyorsun geçmiş zaman ekinde üflediğim balondan sözcükler şimdi seni ancak muhalif olmaya çağırıyor lakin önce dinlemeyi bileceksin ontolojik krizler eşiğinde hayat mücadelesi verenleri

ahmed arif'den ali şeriati'ye ve hüzünlü bir domuz gribine müptela olan ece temelkuran'a selam

daha fazla eyleşme güzelim ayaklarım üşümeden ben bu son sıcak şarabı içmeliyim sonra kalan birkaç ayağımla diyarbakır'dan dersim'e kar kış kıyamet bir gün fakat elimde mücadeleye meyyal son birkaç neyse boşaltılmış ve yeniden isimlendirilmiş köylerde bir sabah sana artık osman diyorlar senin içinde kerbale gözyaşlarını silecek ortodoks çarşaflara ihtiyacın var ben bir sabah van'da oryantalist olacak kadar edebsizce toplumsal şiddetten ben ne anlarım bir darbe eylül planı seksen ve doksan oğlu var mutezile imamının hepsinin kalpleri kırık oysa dedim ya dinde reform peşindeyim islam ve terakki ve b-ilim

eşref edib, seyyitler, bırakın ulan kızıl bayraklar çekelim bu damlarımıza, hem de bu minvalde

şimdi daha derin nefesler almalıyız cigaramızdan geceye kök salmalıyız ellerimizde molotof taşlar bir duvarlara hançer çalmalıyız sevdiğim seni sevdiğimden ötürü sen mücadeleyi seven tüm yoksulları sevdiğinden ötürü yılmadım postmodernizmi kınama güzelim mekansal olanın siyasallaşması yetim bir sokağın ya da bir kandil ışığında çok mu oluyor artık bu istanbul'un kedileri oysa ne kadar masum bir eylül romanı

sünni egemen beyaz türk iki çizgi tek hamlede silmelisin zenci zenci zenci

16 Kasım 2009 Pazartesi

pandora's box: film review

[bugün, kafamı toparlayamasam da bu film üzerine birşeyler yazmak istedim, dolayısıyla, devrik cümlelerimin kusuruna bakmayın, bir dahaki sefere bütünlüklü ve akıcı olmaya çalışırım]

hayatı yakalamaya çalışanlara, seyir halindekilere.

"giderim gitmesine, lakin oyuncaklarım kimin olacak?
anneciğimin beş vakit tuttuğu, ellerim ve parmaklarım kimin olacak?
kollarım kimin olacak?"


yüreğe dokunan film, süzülüp gelen film, delip deşen film
üç evlat, annelerinin kaybolduğu haberini alır almaz
memleketlerine/köylerine giderler
bu üç kardeşin birbirlerine fersah fersah uzak yolculukları
en evvel, vurgulanması gereken nokta
ancak paralel seyredebiliyorlar
birbirlerinin hayatınlarına nüfuz edemeden
-üç kardeş, birbiri ile aynı yolda olmayı isteseler de beceremezlerdi zaten-
neyse hikayeye dönelim, annelerini köyden getirirler
apartman dairesinde mahpus olur anneleri
çocuklarını, alzhemeir olduğu için değil
ona ait olmadıkları için tanımaz aslında
üç evlat ve anne arasında hiçbir bağ yoktur
nükseden şefkat yanılsamaları dışında
anne, sürekli gitmek derdindedir
anne, ait olduğu dağlara geri dönmek hevesindedir
velhasılı, anne ne şehre aittir, ne de çocuklarına
sonra murat ile tanışır, torunu ile,
murat en büyük kız kardeşin oğlu
o da ait değildir, sürüklenmektedir

torun ve annane birlikte sürüklenmeye başlarlar
muhayyel, birbirlerini tanımasalar da anladıkları söylenebilir

bir sahne:
nusret hanım (anne)
küçük kızı ile karşılıklı oturmaktadır
küçük kız, hani, bir adamın peşinde ömrünü tükettiği için suçlanan
hasılı, ikisi de acıyı bilmekte, tanımaktadır
karşılıklı otururlarken, gülmeye başlarlar
filmdeki, en kederli ve en samimi gülüşme
o kadar acının ardından
o kadar acıya kaşılık gülüşürler
yalın hallerde ve kederle gülüşmeler
sonra küçük kız, annesinin karşısında,
derin bir iç çeker
kederin lekeleri suretinde zerre zerre
annesine bakar
anne çatık kaşları ile kızına
ama şefkatle, ama anlayarak bakmaktadır
nihayet küçük kız sorar

"beni şu kadar sevdin mi, hep merak ettim; şu haline bak bomboşsun, ha şu cam ha sen, işin tuhaf tarafı, şimdi ben de öyleyim, şimdi ikimizde aynıyız"

9 Kasım 2009 Pazartesi

ışıkergüden'den

"İntihar etmeyip yaşıyorsak, anlamın büyüklüğünden değil, hayatın içine düşmüş olmaktan, muzır bir merak ile ıstıraplı bir inadın götüreceği yeri görme isteğinden; birde üstüne üstlük, şahsi duruşun gölgesinin topluma bir lanet olarak düşmesini diliyor olmaktan başka bir anlamı yoktur her güne yeniden başlamanın."

levi-strauss'un ardından.

hilmi yavuz'un ilişikteki yazısı vesilesi ile antropoloji ilminin büyükbabalarından levi-strauss'u analım.

XX.Yüzyıl'ın entelektüel tarihi, geçenlerde ölen Claude Lévi-Strauss'un, antropoloji bilimine yaptığı büyük katkılar hesaba katılmadan yazılamaz. Bu büyük katkı, hiç kuşkusuz, onun 1960'larda yazmaya başladığı başyapıtı La Pensée Sauvage ('Yaban Düşünce') ile, o güne kadar sömürgeciliği meşrulaştıran bir düşünce tarzını yerle bir edişiyle ilgilidir.

hayretine mucib olanlara, devamı,
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1037

serencam

baştan yorgun lacivert başlayalım
bitkin teksas düşey ara derbeder çok fazla demogoji
saygı masiva göster incinme incitme artık biçare domuz gribi
iktidar portakal tekrar şiir timsah
olacaksa intihar hala genç ajitasyon hani aşk
yok arizona iptidai edebiyat duman ıhlamur karanfil
eskişehir tekrar imaj sigara birkaç kadeh antropoloji
şarap gitmek kalmak mücadele tasavvur gitmek yalnız
istanbul hep kalabalık beni esrar kimse ecirna çalış
para kurabiye kazan tanımaz aslında tanımaya temsil
beşiktaş çalışanlar vardı new york fakat ben
izin tahayyül vermedim diyarbakır sırlarını rakı rakı rakı
paylaşma devrim yokolursun kek mantar esrar
ontoloji çaba gündelik sevişmeler tekerrür ankara
kulüp kokteyl kadın şehir mavi istanbul sokak
masumiyet kedi martı balık galata gül rengi
şarap yorgun hasta uyku bulantı bunaltı
en az beş yıl en çok on yıl tinsel heykel şarap
zeynep'ten sonra california nar madem tanrı yok
intihar şehvet eyleşme en çok hız halbuki yolculuk üsküdar

a harfinden başlayan yolculuğunu her neyse birçok sessiz harf üzerinde duraksayarak geçiren yazar uzun süredir gereksiz yere kendini hırpalamaktadır umulur ki velbasübadelmevt.

1 Kasım 2009 Pazar

"korkma ben varım"

hevesle bekliyorum, siz de bekleyin.

http://www.idefix.com/kitap/korkma-ben-varim-murat-mentes/tanim.asp?sid=XEM1LEUMUB0BLKF0BHG0

"ceteris paribus" ya da "artık bu deveyi güt"

Hayretinize mucib olursa, aşağıda son derece keyifli bir yazı okuyacaksınız. İktisat teorisinin temel varsayımlarından biri ile hoyratça dalga geçen bir yazı. Bu yazıda konu edilen türden sorgulamalara, ben ve arkadaşlarım da gark olmuştuk, iktisat eğitimimiz boyunca. Bize iktisat teorisinin normalleştirdiği varsayımları, sorgulamamız tembih edilmişti. Bir nevi iman mevzusu söz konusuydu. Yani, "ya bu deveyi güdeceksin ya da bu diyardan gideceksin" muamelesine reva görülmüştük. Daha ilk mikroiktisat dersinde, arz-talep ya da fayda eğrileri çizebilmek için, esas olarak bireylerin, faydasını ençoklayan, sabit bir gelir düzeyinde en yüksek faydaya yönelik tercihlerde bulunan, rasyonel ajanlar olduğunu kabul etmemiz gerektiği belletilmişti. Rasyonellik ile bencillik arasındaki ince eksende vicdan salvolarımızı gerçekleştirirken, ister istemez bazen diğerkam olduğumuzu, pastayı keyifle arkadaşlarımızla paylaştığımızı dillendirmiştik. Fakat, diğerkamlığın arkasında herhalükarda başka dürtüler olmalıydı, iktisada iman etmiş hocalarımızca. Minik dünyamızda inşa ettiğimiz, en kurnaz kurgu şuydu: biri denize düşmüş boğuluyor ve biz denize atlayıp onu kurtarıyoruz -sokaklarda slogan atmak nevinden yürekli bi hamle- biz bu hamleyi yaparken ya da hamlenin arkasından, toplumsal övgüyü hesaba katmıyor muyuz; ya da günün birinde aynı koşullar altında biz boğulurken karşı tarafın da bizi kurtarması ümidi ile kendimizi serin sulara bırakmıyor muyuz. neyse, iktisat teorisini kurtarmak için daha fazla salvo üretmek mümkün, nitekim kendimizi şeytanın abukatı kıldık yıllarca.

yazı ile başbaşa bırakmadan evvel, türkiye'de akademisindeki iktisat müfredatı üzerine birkaç kelam etmek istiyorum. daha ilk senelerden itibaren, iktisat ilminin son derece matematiksel olduğu doktrine edilir. bundan mütevellit, iktisat eğitimine matematik ile başlamak zorunludur. istatistik, lineer, diferansiyel. matematiğin ardından, iktisat jargonuna ait notasyonlar boca edildikten sonra, tamamen başka bir dil ile konuşmaya, hesap yapmaya başlarsınız. sokaktakilerin anlayamayacağı kodlarla örtülü hususi bir dil. iktisat formasyonunun büyüsü burada gizlidir, bu dili bilmeyen bu kapıdan giremez, bu dili bilmeyen iktisat teorisini ve teorisyenlerinin uygulamalarını hakkıyla eleştiremez. ancak bu kurgusal dili içselleştirdikten sonra, son senelerde mevzunun tarihçesini ve felsefesini öğrenmeye başlarsınız. ki bu yeni perspektiflerde kafanızda kurguladığınız "alisharikalardiyarı" metaforunda ile özdeşleşmiş iktisat teorisine müdahale edemez. lafı uzattım yine. buyrun.


Ceteris Paribus

İktisada Giriş I kitabında gözüme ilk çarpan kelimelerdi: “Ceteris Paribus”. Çok süper rock grubu ismi olur dediğimi hatırlıyorum. İktisatta tüm konularda rastlanır bu deyime. Vize, final dönemlerinde ceteris aşağı paribus yukarı grafik ezberleyen öğrenciler kantinleri doldurur. Ceteris paribus, “diğerleri sabitken” demenin latincesi. Biliyorsunuz, ekonomi denilen şey çok karmaşık yapıların oluşturduğu, bunlardan da karmaşık bir ilişkiler ağıdır. İşte bu ilişkileri inceleyen bilim dalı olan iktisat, karışıklığı en aza indirmek ve anlamayı kolaylaştırmak için ceteris paribus’a ihtiyaç duyar. En beylik örnek arz talep meselesidir; “ceteris paribus, malın fiyatı artarsa talebi düşer”. Yani mala olan ilgi, malın kalitesi, mala ulaşım, pazarın rekabet durumunu hiç kafaya takmazsak, mala zam geldiğinde alım isteği düşüyor. Formel bir anlatımla, ceteris paribus, karmaşık yapılar içinde çevre şartları ve fonksiyona dahil diğer elemanlar sabitken, ilgili değişkenlerin arasındaki fonksiyonel ilişkileri açıklayan cümlelerin girizgahı olarak kullanılır.

İktisat biliminin çoğunlukla ve türlü meslek gruplarınca hep aynı yoğunlukta Varsayalım İsmail muamelesi görmesinden çok yaralanmıştım öğrenciliğim süresince. Ekrem abi (Bakkal, 45) biz iktisatçıların ya varsaydığını ya da sabit tuttuğunu, asıl kendisinin hergün bilfiil ve bizzat ekonominin içinde olduğunu tekrarlar dururdu. Abimiz öyle içindeydi ki ekonomini yukarıdakilerin öyle böyle olduğunu fakat enflasyonu da düşürdüklerini hemen tesbit etmişti. Şimdilerde bu tespitlerini arttırmak, derinleştirmek için bol vakti var. Zira ne alan var, ne veren; haliyle ekonomide bir canlılık eksiği var. Dükkana mal da alamıyor biriken senetler yüzünden. Manifaturacı Hilmi’yle tavla atıp istatistik bilgilerini geliştiriyor. Bu bilgilerini hangi kutuda kaç para olduğunu düşünerek pratik hayata geçiriyor.

Fizik veya tıp gibi pozitif bilim dallarıyla uğraşanlardan dahi aynı tepkileri görmek canımı sıkıyordu. İktisadın bilimlerin en bir yükseği olduğunu savunacak değilim ama üç yüz senelik bilgi birikiminin böyle harcanması kanıma dokunuyordu. Gene bir gün faiz artışlarının düşen kurla alakası üzerine konuşuyordum ki “oğlum sana ne! Borsada paran mı var?” diyen Tekel Bayiisi Rasim abinin (ayrıca kentkartçıdır kendisi) sesiyle sarsıldım. “Bırak oğlum bu işleri. Faizi neyin bizim gibi sermaye sahipleri düşünsün” diyerek devam etti. Çevre dükkanların sermaye sahibi işletmecileri de buraya yazmaya uygun düşmeyecek sıfatlamalarla benimle ve benim şahsımda iktisat fakültesi ile uzun uzun dalga geçince gözüm karamış. Uyandığımda faizi, enflasyonu, kitapları ve teorileri bir kenarda bırakıp, onların ceteris paribustan arınmış, gerçek ekonomisini takip etmeye karar verdim.

İzleyen günlerde gördüklerim bana onca zaman eleştirilere karşı çıkışlarımın beyhudeliğini gösterdi. Bu insanlar kitaplardaki insanlardan çok farklıydılar. Bize kitaplarda çevre şartlarını yok saymamız gerektiği söylenirken onlar her bir çevresel faktörü hesaba katıyordu. Yandaki pizzacı trafiğin kapalı olacağını düşünerek motorcu çocuğa kaldırımdan gitmesini tembihliyordu. Trafiğin tıkanma nedeni ekseriyetle kasaba mal getiren kamyonun otobüs durağını işgal etmesi oluyordu. Ama kasapla pizzacı hiç kavga etmiyorlar, aksine birbirlerine neşeyle para bozdurup duruyorlardı. Bizim dükkanın vergilerini ödemeye gittiğimde istenecek bağışı ustam öngörmüş, gerekli parayı kuruşu kuruşuna tedarik etmişti.

Bunlar ve bunlar gibi nice diğerleri etrafımda dönerken ben böyle olmaması gerektiğini söyleyip duruyordum. Işıkta durmayana küfrediyor, inşaat malzemelerini etrafa saçanlara bağırıyor, yolları yamalı dona çevirenlere verip veriştiriyordum. Bütün serzenişlerim ise bel altı ve üstü koreografik esprilerle süslenen alaylarla karşılık buluyordu her seferinde.

Yanımızdaki kafenin kaldırımda masalarca zaptedilmemiş bir karış toprak bırakmadığı bir gün elimde koca kutularla caddeye atlayıp ancak dükkana girebildim. Kanter içinde kafe sahibiyle kapışmaya içeri girdiğimde gördüğüm yazıyla aydım. Meşhur ona iki katını ver temalı plakanın altında Arapça ve Türkçe mealiyle “Allahım, herşeyi olduğu gibi kabul etme gücü ihsan et” yazıyordu. İzafi iktisatçıyla gerçek ekonomici arasındaki fark karşımdaydı işte. Okulda varsayıyorduk, burada kabul ediyorduk. Burada mandallar saklanmıyordu, kaybolursa aranmıyordu. Küçük uğraşlarla herşey yolunda gidiyordu. Likidite sıkıntısı mı var, gelsin trampa ekonomisi, ver buzdolabını al portakalı; senetler mi birikti, git faktoringciye; borçlar gırtlağa dayandı mı diyorsun, alıver canım yeni bir kredi kartı evin yolunun üstünden. Cevap basit, sorun yok. Şimdi görüyorum ceteris paribusun gereksizliğini. Varsaymaya ne hacet; herşey zaten olduğu gibi... Kabul edene canım.

http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=27510