1 Kasım 2009 Pazar

"ceteris paribus" ya da "artık bu deveyi güt"

Hayretinize mucib olursa, aşağıda son derece keyifli bir yazı okuyacaksınız. İktisat teorisinin temel varsayımlarından biri ile hoyratça dalga geçen bir yazı. Bu yazıda konu edilen türden sorgulamalara, ben ve arkadaşlarım da gark olmuştuk, iktisat eğitimimiz boyunca. Bize iktisat teorisinin normalleştirdiği varsayımları, sorgulamamız tembih edilmişti. Bir nevi iman mevzusu söz konusuydu. Yani, "ya bu deveyi güdeceksin ya da bu diyardan gideceksin" muamelesine reva görülmüştük. Daha ilk mikroiktisat dersinde, arz-talep ya da fayda eğrileri çizebilmek için, esas olarak bireylerin, faydasını ençoklayan, sabit bir gelir düzeyinde en yüksek faydaya yönelik tercihlerde bulunan, rasyonel ajanlar olduğunu kabul etmemiz gerektiği belletilmişti. Rasyonellik ile bencillik arasındaki ince eksende vicdan salvolarımızı gerçekleştirirken, ister istemez bazen diğerkam olduğumuzu, pastayı keyifle arkadaşlarımızla paylaştığımızı dillendirmiştik. Fakat, diğerkamlığın arkasında herhalükarda başka dürtüler olmalıydı, iktisada iman etmiş hocalarımızca. Minik dünyamızda inşa ettiğimiz, en kurnaz kurgu şuydu: biri denize düşmüş boğuluyor ve biz denize atlayıp onu kurtarıyoruz -sokaklarda slogan atmak nevinden yürekli bi hamle- biz bu hamleyi yaparken ya da hamlenin arkasından, toplumsal övgüyü hesaba katmıyor muyuz; ya da günün birinde aynı koşullar altında biz boğulurken karşı tarafın da bizi kurtarması ümidi ile kendimizi serin sulara bırakmıyor muyuz. neyse, iktisat teorisini kurtarmak için daha fazla salvo üretmek mümkün, nitekim kendimizi şeytanın abukatı kıldık yıllarca.

yazı ile başbaşa bırakmadan evvel, türkiye'de akademisindeki iktisat müfredatı üzerine birkaç kelam etmek istiyorum. daha ilk senelerden itibaren, iktisat ilminin son derece matematiksel olduğu doktrine edilir. bundan mütevellit, iktisat eğitimine matematik ile başlamak zorunludur. istatistik, lineer, diferansiyel. matematiğin ardından, iktisat jargonuna ait notasyonlar boca edildikten sonra, tamamen başka bir dil ile konuşmaya, hesap yapmaya başlarsınız. sokaktakilerin anlayamayacağı kodlarla örtülü hususi bir dil. iktisat formasyonunun büyüsü burada gizlidir, bu dili bilmeyen bu kapıdan giremez, bu dili bilmeyen iktisat teorisini ve teorisyenlerinin uygulamalarını hakkıyla eleştiremez. ancak bu kurgusal dili içselleştirdikten sonra, son senelerde mevzunun tarihçesini ve felsefesini öğrenmeye başlarsınız. ki bu yeni perspektiflerde kafanızda kurguladığınız "alisharikalardiyarı" metaforunda ile özdeşleşmiş iktisat teorisine müdahale edemez. lafı uzattım yine. buyrun.


Ceteris Paribus

İktisada Giriş I kitabında gözüme ilk çarpan kelimelerdi: “Ceteris Paribus”. Çok süper rock grubu ismi olur dediğimi hatırlıyorum. İktisatta tüm konularda rastlanır bu deyime. Vize, final dönemlerinde ceteris aşağı paribus yukarı grafik ezberleyen öğrenciler kantinleri doldurur. Ceteris paribus, “diğerleri sabitken” demenin latincesi. Biliyorsunuz, ekonomi denilen şey çok karmaşık yapıların oluşturduğu, bunlardan da karmaşık bir ilişkiler ağıdır. İşte bu ilişkileri inceleyen bilim dalı olan iktisat, karışıklığı en aza indirmek ve anlamayı kolaylaştırmak için ceteris paribus’a ihtiyaç duyar. En beylik örnek arz talep meselesidir; “ceteris paribus, malın fiyatı artarsa talebi düşer”. Yani mala olan ilgi, malın kalitesi, mala ulaşım, pazarın rekabet durumunu hiç kafaya takmazsak, mala zam geldiğinde alım isteği düşüyor. Formel bir anlatımla, ceteris paribus, karmaşık yapılar içinde çevre şartları ve fonksiyona dahil diğer elemanlar sabitken, ilgili değişkenlerin arasındaki fonksiyonel ilişkileri açıklayan cümlelerin girizgahı olarak kullanılır.

İktisat biliminin çoğunlukla ve türlü meslek gruplarınca hep aynı yoğunlukta Varsayalım İsmail muamelesi görmesinden çok yaralanmıştım öğrenciliğim süresince. Ekrem abi (Bakkal, 45) biz iktisatçıların ya varsaydığını ya da sabit tuttuğunu, asıl kendisinin hergün bilfiil ve bizzat ekonominin içinde olduğunu tekrarlar dururdu. Abimiz öyle içindeydi ki ekonomini yukarıdakilerin öyle böyle olduğunu fakat enflasyonu da düşürdüklerini hemen tesbit etmişti. Şimdilerde bu tespitlerini arttırmak, derinleştirmek için bol vakti var. Zira ne alan var, ne veren; haliyle ekonomide bir canlılık eksiği var. Dükkana mal da alamıyor biriken senetler yüzünden. Manifaturacı Hilmi’yle tavla atıp istatistik bilgilerini geliştiriyor. Bu bilgilerini hangi kutuda kaç para olduğunu düşünerek pratik hayata geçiriyor.

Fizik veya tıp gibi pozitif bilim dallarıyla uğraşanlardan dahi aynı tepkileri görmek canımı sıkıyordu. İktisadın bilimlerin en bir yükseği olduğunu savunacak değilim ama üç yüz senelik bilgi birikiminin böyle harcanması kanıma dokunuyordu. Gene bir gün faiz artışlarının düşen kurla alakası üzerine konuşuyordum ki “oğlum sana ne! Borsada paran mı var?” diyen Tekel Bayiisi Rasim abinin (ayrıca kentkartçıdır kendisi) sesiyle sarsıldım. “Bırak oğlum bu işleri. Faizi neyin bizim gibi sermaye sahipleri düşünsün” diyerek devam etti. Çevre dükkanların sermaye sahibi işletmecileri de buraya yazmaya uygun düşmeyecek sıfatlamalarla benimle ve benim şahsımda iktisat fakültesi ile uzun uzun dalga geçince gözüm karamış. Uyandığımda faizi, enflasyonu, kitapları ve teorileri bir kenarda bırakıp, onların ceteris paribustan arınmış, gerçek ekonomisini takip etmeye karar verdim.

İzleyen günlerde gördüklerim bana onca zaman eleştirilere karşı çıkışlarımın beyhudeliğini gösterdi. Bu insanlar kitaplardaki insanlardan çok farklıydılar. Bize kitaplarda çevre şartlarını yok saymamız gerektiği söylenirken onlar her bir çevresel faktörü hesaba katıyordu. Yandaki pizzacı trafiğin kapalı olacağını düşünerek motorcu çocuğa kaldırımdan gitmesini tembihliyordu. Trafiğin tıkanma nedeni ekseriyetle kasaba mal getiren kamyonun otobüs durağını işgal etmesi oluyordu. Ama kasapla pizzacı hiç kavga etmiyorlar, aksine birbirlerine neşeyle para bozdurup duruyorlardı. Bizim dükkanın vergilerini ödemeye gittiğimde istenecek bağışı ustam öngörmüş, gerekli parayı kuruşu kuruşuna tedarik etmişti.

Bunlar ve bunlar gibi nice diğerleri etrafımda dönerken ben böyle olmaması gerektiğini söyleyip duruyordum. Işıkta durmayana küfrediyor, inşaat malzemelerini etrafa saçanlara bağırıyor, yolları yamalı dona çevirenlere verip veriştiriyordum. Bütün serzenişlerim ise bel altı ve üstü koreografik esprilerle süslenen alaylarla karşılık buluyordu her seferinde.

Yanımızdaki kafenin kaldırımda masalarca zaptedilmemiş bir karış toprak bırakmadığı bir gün elimde koca kutularla caddeye atlayıp ancak dükkana girebildim. Kanter içinde kafe sahibiyle kapışmaya içeri girdiğimde gördüğüm yazıyla aydım. Meşhur ona iki katını ver temalı plakanın altında Arapça ve Türkçe mealiyle “Allahım, herşeyi olduğu gibi kabul etme gücü ihsan et” yazıyordu. İzafi iktisatçıyla gerçek ekonomici arasındaki fark karşımdaydı işte. Okulda varsayıyorduk, burada kabul ediyorduk. Burada mandallar saklanmıyordu, kaybolursa aranmıyordu. Küçük uğraşlarla herşey yolunda gidiyordu. Likidite sıkıntısı mı var, gelsin trampa ekonomisi, ver buzdolabını al portakalı; senetler mi birikti, git faktoringciye; borçlar gırtlağa dayandı mı diyorsun, alıver canım yeni bir kredi kartı evin yolunun üstünden. Cevap basit, sorun yok. Şimdi görüyorum ceteris paribusun gereksizliğini. Varsaymaya ne hacet; herşey zaten olduğu gibi... Kabul edene canım.

http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=27510

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder