27 Aralık 2010 Pazartesi

60lar ve "red thread" üzerine

68 kuşağı ve 60lı yıllar son dönemde tekrar gündeme geldi. 60ların devrimci kapasitesini hatırlamakta elbette hayır vardır; öğrenci hareketleri, Vietnam karşıtı protestolar, cinsel özgürleşme ve dönemin diğer muhalif söylemleri, mücadeleleri. fakat 60lı yılları fetişleştirmemek, metalaştırmamak, hatta karikatürleştirmemek gerekir.

önceki kuşakların evvela "aşılmazlık"larını ortaya koyması, kendi kuşaklarını kültleştirmesi, sonraki kuşaklarda y/etkinsiz ve yetersiz olma hissiyatı uyandırır. 80 sonrası kuşakların muhalif duruşunun, ne yaparlarsa yapsınlar, 68, 78 vs. kuşaklarının gölgesinde kalması gibi. neyse biz konuyu yine ehline, erbabına bırakalım. red thread bu sayısını "tatlı 60lara" ayırmış. red thread müthiş bir dergi, şu anda ikinci sayısında. internet üzerinden yayın yapan, "kafa tutan" bir dergi. meltem ahıska ve erden kosova derginin yayın kurulu. ben ilk gördüğüm an vuruldum. mutad olarak, muhakkak, bakmanızı tavsiye ederim. buradan.

çiçek çocuklardan beatles'a, türkiye işçi partisi'nden amerika'daki sivil haklar mücadelesine, 60lara dair bir dizi not yayınlamışlar radikal'de, okumak epey keyifliydi, belki gözatmak istersiniz. buradan.

murat uyurkulak, anarşizm üzerine


Kendilerini anarşist olarak tanımlayan kesim, özellikle 12 Eylül sonrasında ve daha çok da 1990’lardan itibaren ortaya çıktı. Gençik arasında giderek yaygınlaşıyor anarşist hareket...
Şimdi şimdi artıyor, şimdi şimdi samimi bir şey gibi görünüyor. Samimiyete vurgu yapıyorum, zira yenilgi dönemlerinde, yenilginin müsebbibi saydığın teoriye, siyasî hatta tepki duyarsın ve yeni arayışlara girişirsin. Hele bir de yorgunsan, çok da gücün kalmadıysa, bu daha da kolaylaşır. Türkiye’deki anarşizmin on yıl önceki hali, bir yenilgi psikolojisinden bağımsız düşünülemez. Şunu söylemek doğru değil belki, ama tanımlasın diye söylüyorum: Bir kaçış noktası gibiydi anarşizm. Şimdi şimdi ayaklarının üzerinde durmaya, gerçekten ciddi bir politik hat olarak hayatın içinde varolmaya başladı. Bunda tabii yeni toplumsal muhalefet hareketlerinin sesinin çıkmasının, gey-lezbiyen ve kadın hareketinin de etkisi oldu. Gerçi kadın hareketi son dönemlerde biraz kötü durumda... Çünkü feministler akla gelebilecek en talihsiz durumlardan birine uğradılar, yüz çevrildiler. 90’ların başındaki feminist eylemleri hatırlıyorum, o dönem kadın hareketi çok dinamikti... Dünyayı kurtaracak hareketlerden biri işçilerin ya da ezilenlerin hareketiyse, hemen ikincisi de kadın hareketidir. İnanılmaz derecede devrimci imkânlar taşıyan bir hareket. Vaktiyle bu tür hareketlere yakın kadınlarla konuşuyorum, “feministler mi, boşver onları” diyorlar. Erkeklerin zaten canına minnet. Erkekler, feminizmin dibe batmasından son derece memnun. Çünkü iktidarı kullanmaktan vazgeçmek o kadar kolay bir şey değil. Feminist hareketin bu ülkede çok güçlü olması gerekirken şimdi ortalıkta gözükmüyor. Bu, müthiş bir talihsizlik.

Troçkistler, alternatif küreselleşme eylemleri sırasında anarşistlerin camları, çerçeveleri indirmelerini nefretle kınıyordu...
Birisi anarşistlerden nefret ettiğini söylerse, ben kıl olurum. Bakunin’in Devlet ve Anarşi'sini çevirmiştim. Onun önsözünde şöyle güzel bir şey diyordu: “Anarşistler, dünyadaki devrimci hareketin vicdanıdır.” Kendini muhalif gören bir insan, o bankaların camı, çerçevesi inerken bundan nasıl nefret eder, nasıl mutlu olmaz? Ondan nefret edersen, o zaman HADEP’lilerin Kadıköy’deki eylemlerinden, Kürtlerin eylemlerinden de nefret edersin. Bu doğru bir şey değil. Bir kere şiddet, çok tehlikeli bir kavram. Bir şeyleri şiddet üzerinden düşünmeye başladığında, çok gerilere savrulursun. Şiddet düzenin kavramıdır, aynı terörizm gibi. Malûm, her kapıyı açan anahtar oldu terörizm... Kolombiya’daki FARC da terörist, İspanya’daki ETA da, yarın öbür gün, emin ol Marcos da terörist olacak. Başını kaldıran, isyan eden herkes terörist bu dünyada. Şiddet de öyle bir kavram. Mazlumun gösterdiği tepkiyi şiddet olarak tanımlayamazsın. Şiddet başka bir şeydir. Ne oranın, ne buranın şiddeti olmasın dersen, çok doğru bir önermede bulunmazsın. İsrail’le Filistin’i düşün, Hamas’ı düşün. Tak tak intihar eylemcisi kurban ediyorlar. Burada sen Filistin mücadelesine destek veren biri olarak, onun içinden biri olarak bunun doğru olmadığını söyleyebilirsin. Ama “Hamas’ın yaptığı terörizmdir” dediğin vakit, burada bir hata var. Önce İsrail’i teşhir etmek, Hamas’ı ondan sonra değerlendirmek lazım. Hamas’ı zerre kadar sevmiyorum, o ayrı bir mesele.

23 Aralık 2010 Perşembe

her erkeğin kalbinde bir süperkahraman yatar!

"Küçükken en mutlu olduğum anlardan biri de, bir kedinin peşimden ya da yanımda yürüdüğü anlardı. Kendimi gururlu bir kahraman gibi hissederdim." Aslı Ç., 22 Aralık 2010*

*bu derkenar için Sevgilim'i en kalbi hislerimle selamlarım.

the crisis of capitalism by harvey

david harvey, ekonomik antropoloji alanında yazan, neoliberalizm üzerine yaptığı marksist analizleri ile bilinen muazzam bir akademisyen. 1980lerden sonra, kapitalizmin değişen yüzünü "accumulation by dispossession," yani, müksüzleştirerek sermaye biriktirme olarak tanımlıyor. harvey'nin son küresel finansal krizi analiz ettiği animasyon dillere pelesenk oldu. bu hafta, prof. çağlar keyder vesilesi ile izleme fırsatım oldu, derste. animasyonu buradan izleyebilirsiniz, Harvey: The Crisis of Capitalism.

21 Aralık 2010 Salı

paralar ve ulusal imgeler

wiki'de bakınırken bir azerbaycan parası ile karşılaştım. aklıma geldi, not düşeyim istedim. paraların üzerindeki temsiller, ülkelerin ulusal tahayyülünün nasıl oluştuğuna ve nelerden oluştuğuna dair önemli bilgiler sunar. ilk kritik nokta, paraya azerbaycan haritasının işlenmesi. ki ulus olmanın şartlarından birisi vatan sınırlarının resmedilmesi ve yaygınlaştırılmasıdır der anderson. ikincisi, arka plana orhon yazıtlarından bir parça konulması. malum orhon yazıtları bilinen ilk Türk alfabesi. Yani Azerbaycan'ı tarihi kökenlerinin, Orta Asya Türk dünyasından geldiğinin tasavvur edilmesi, bunun yansıtılması. ki ulus olmanın şartlarından birisi kökenlerin "yaratılması" ve yaygınlaştırılmasıdır der anderson. üçüncüsü, alttaki ufak resimde, ülkenin asya kıtasının bir parçası olarak değil de, avrupa ile birlikte resmedilmesi. yüzünün avrupa'ya dönük olduğunu, jeo-politik referansının avrupa olduğunu ima ediyor. sanki. bu benim okumam, ne kadar hakikatlidir bilinmez.

12 Aralık 2010 Pazar

annelik ve kadın istihdamı üzerine

Jale Özgentürk'ün, Evde kalmış kızlar ekonomiyi batırır mı? yazısından alınmıştır.

Sanayi devrimi dönemi.Yani 17 ve 18'inci yüzyıllar. Olay yeri İngiltere. Büyük ekonomik ve siyasi sarsıntıların yaşandığı dönemde evlilikler de azalıyor, evlenemeyen kızların sayısı giderek artıyor. Konu büyük bir sorun haline gelince iktisatçılar ve felsefeciler tartışmaya başlıyor. Suçlu evlenmeyen kızlar oluyor. Çocuk doğuran kadın sayısı da azalınca nüfus dengesini giderek bozuyor. Bu durumun erkek işgücü eksikliğine neden olacağı, bunun da devletten çalmak anlamına geleceği savunuluyor.

Evde kalmış kızların tek çalışabileceği meslek ise tekstil oluyor. Tabii ki, kadın işgücünün piyasaya girmesiyle de ücretler aşırı düşüyor. Sorun o kadar büyük ki bu konuları içeren kitaplar bile yazılıyor. O dönemin felsefeci, ekonomistlerinden William Hayley, 1785'te yazdığı "Evde Kalmış Kızlar Üzerine Felsefi, Tarihi ve Ahlaki Bir Deneme" adlı kitabında evlenmemiş kızların yarattığı tahribatı anlatıyor.

Evde kalmış kız kelimesinin karşılığı İngilizce'de spinsiter, yani 'kız kurusu.' Öyle ki, bu kavram da o dönem The Spinsiter (Kız kurusu) adında çıkan bir gazeteden geliyor. 1673'te yayımlanan The Ladies Callin 'Kadınların Görevleri' adlı eserde ise şöyle deniyor: 'Evde kalmış kız hiç bir poetik öfke tanrıçasının aşamayacağı bir lanet. Doğadaki en baş belası yaratık.'

Sosyalist ya da kapitalist farketmiyor, kadının "anneliği" her dönem dünyaya hükmetmek isteyen devletler tarafından bir kahramanlık olarak sunuluyor. Annelik tabii ki kahramanlık. Hele de bu zor hayat koşullarında. Sorun bir 'üretim' sorunu değil, kadının eşit bir birey olarak varolma sorunu.

* Türkiye'de resmi işsizlik oranı yüzde 10.6. Kadın işsizlik oranı ise yüzde 12.

* 11 milyon kadın evde. İş gücü piyasasına kadınların katılım oranı yüzde 28'lerde.

* Türkiye anne-bebek ölüm oranının çok yüksek olduğu bir ülke. Beş çocuktan biri ise çalışmak zorunda.

* Çalışan kadının derdi ise daha büyük. Çünkü İşyerlerinde kreş yok. Ya da kreşe verecek para yok.

11 Aralık 2010 Cumartesi

hafıza üzerine

Foti Benlisoy'un, Ahmet Kaya'yı nasıl anmalı, yazısından alımıştır.

Yıldönümleri, anmalar hiçbir zaman masum ya da gayrisiyasi değildir. Anılan hadise ya da kişi ne kadar radikal olsa da onun hatırası her an ele geçirilip ehlileştirilmeye, konformizmin nesnesi haline getirilmeye açıktır.

İktidar her devirde geçmiş mücadelelerin izlerini ortadan kaldırmaya ya da o izleri yeniden anlamlandırarak onları ehlileştirmeye, normalleştirmeye çalışır. Unutturmak mümkün olmuyorsa, anı depolitize edilir, radikal içeriğinden arındırılır.

Depolitize edilen anı artık ezilenlerin yeni mücadeleleri için bir esin, geçmişteki bir umut kıvılcımı olmaktan çıkar. O artık üzerinde herkesin anlaştığı bir değerdir; ancak tam da herkesçe benimsendiği için değerini yitirmiştir.

Bir hadiseyi, bir kişiyi anmak, hatırlamak onu tekrar etmek değil, yeniden ve çok farklı koşullar altında yeniden oluşturmak, inşa etmektir. Dolayısıyla "geçmişle yüzleşmek" ya da geçmişi anmak, orada bir yerlerde durup bizi bekleyen bir hadisenin ya da figürün yeniden keşfedilmesi, pasifçe hatırlanması değil, onun bugünkü gerçeklik içerisinde yeniden tasarlanmasıdır. Hafıza bu anlamda aktiftir; hafızayla ilişkimiz, sanıldığının aksine, geçmişten çok gelecekle ilgilidir. İnsanlar ancak yeni bir gelecek tasarladıklarında hafızalarını tazeleme ihtiyacı hissederler. Bu anlamda tarihle yaşanan her yüzleşmenin, her hatırlamanın siyasi bir içeriği vardır.

Öyleyse bellek ihmal edilmemesi gereken bir mücadele alanıdır.

10 Aralık 2010 Cuma

weber üzerine notlar - ik

Derek Sayer, Without Regard for Persons'ta, Weber’i Marx’a karşı ve Marx ile birlikte okur. Weber’e göre modern dünyanın, düzenin kökü rasyonelleşmede aranmalı, kapitalizmde değil. Kapitalizm rasyonelitenin sadece bir yüzü, oysa rasyonel motifler tüm toplumsal yaşama dağılmış durumda; fakat şunu unutmamak gerekli, küresel rasyonelitenin en sarih görüleceği örnek, yine kapitalizm.

Marx üretim koşulları ile üreticiler arasındaki ilişkinin kesildiği bir yabancılaşmadan bahseder; Weber’e göre, bu durum modern toplumsal örgütlenmenin tümüne sızmış durumda. Rasyonelleşme süreçleri beraberinde iktidar araçlarının merkezileşmesini getiriyor, "bürokratik devlet aygıtı" bunun açık bir örneği. Bu tür bir ilişkiden yoksunlaştırma durumu –maddi dünya ile özneler arasında kurulan içkin ilişki- modern özneleri, modern toplumun makineleri haline getiriyor. Bu kurumsal rasyonelleşmenin temel prensibi.

Bir tasavvur olarak bürokrasi, modern yaşamın tüm alanlarına sızıyor, kontrol ediyor. Bürokratik otorite, ancak modern devlette ve kapitalizmin kurumsal gelişimi ile mümkün olabilir. Bu kurallarla belirlenmiş, hiyerarşik, iş bölümünün kesinleştiği ofislerle kurulu bir dünya. Bürokratik disiplin ile tüm kişisel eleştiriler askıya alınıyor; modern özneler, bu disiplin içerisinde mekanikleşmek durumunda. Memuriyet emirlere itaat etmek demek. Weber bu itaatkar halin ve mekanikleşmenin, sabit maaş ve sabir kariyer üzerinden sağlanabildiğini söylüyor.
İster özel sektörde, ister devlette, memuriyet uzman bilgisini ve teknik eğitimi gerektiriyor. Malum, bu rasyonel, ihtisaslaşmış, uzman bilgisi kapitalizmin şiarı. Fakat bu ihtisas sahibi insan profili, "kültürlü adam" idealinden oldukça uzak. Bu memur tipolojisi sadece teknik konularda söz sahibi. Weber bu tipolojiyi, "modern dünyadaki ruhu olmayan uzmanlar" olarak tasvir ediyor. Weber’e göre bu rasyonel-teknik bilginin, bir ruhu ya da hissiyatı yok.

Fakat bunun yanında, bu bürokratik disiplinin kendine has bir etiği var. Bu disiplin, görev bilincini gerektiriyor. Yani, bürokrasinin ahlaksız makineleşmesi, paradoksal bir biçimde, bireylerin iş ahlakını geliştirmelerine bağlı bir durum. Weber’e göre, bu kendini inkar hali ve iş ahlakına tabiiyet olmasa bürokratik model çökerdi.

Weber, bürokratik yapıyı ve tasavvuru mümkün kılan araçlardan bahsediyor, bunlar moderniteye özgü araçlar: dokümantasyon (yani dosyalama); resmi işlerin özel hayattan ayrıştırılması; kamusal olan ile özel olanın, iş hayatı ile özel hayatın ayrıştırılması; son olarak muhasebe kayıtlarının tutulması, defter tutma hadisesi. Bunlar, iktidarın uygulanmasını ve kapitalizmin rasyonel örgütlenmesinin mümkün kılan, hatta meşrulaştıran araçlar.

Marx’a oldukça benzer şekilde, Weber hanenin ya da ailenin ufalmasından bahseder. Tüketimci birim olarak modern hane, anne baba ve çocuklardan oluşuyor. Bu durumda, mülkiyet hakkı aile reisine aittir. Sayer, ataerkilliğin kapitalist üretimin temel ilişkisi olduğunu söyler. Bu yeni aile biçiminde, yeni haneler ancak ekonomik yeterliliğe kavuştuktan sonra kuruluyor. Bu durumda, yeni hanenin ne zaman kurulacağı, kaç çocuk sahibi olunacağı, tamamen ekonomik hesaplara bağlı. Bu tür bir üreme biçimi, Kuzeybatı Avrupa’daki kapitalist gelişmede önemli paya sahip.
Sayer, Marx ve Weber’in bürokrasi kavramsallaştırmalarının oldukça benzer olduğunu söyler. Modern devletteki bürokratik idarenin ön koşulu, gelişmiş para ekonomisi. Dolayısıyla rasyonel bürokratik devlet ile rasyonel kapitalizm arasında sıkı bir ilişki var. Kapitalizmin kamusal ve özel alan ayrımı, ancak bürokrasinin gayri-insani (depersonalized) idaresi ile mümkün olabilir.
Weber’in devlet mefhumu, hakimiyet ilişkisi üzerine kuruludur; devlet meşru bir şiddet kullanır. Modern devletin şiddet kullanması dahil olmak üzere, meşruiyeti, yasalara olan güvenle ve diğer rasyonel kuralların varlığı ile açıklanır. Bu hakimiyet ilişkisinin düzenlenmesini de bürokrasi üstlenir. Bu durum şöyle açıklanır: Eski zamanlardaki gibi belli bir kişiye ya da zümreye sadakat yoktur, modern sadakat gayri şahsidir (impersonal). Sayer’in without regard for persons dediği durum da budur. Weber’de kadı adaleti ve rasyonel adalet ayrımı vardır. Bürokratik olmayan adalet, Kadılık müessesesinde olduğu gibi, keyfilik içerir ve bir lütuf olarak uygulanır. Rasyonel hukuk ise bir takım soyut (abstract) normlara dayanır. Bu durum, aynı zamanda, moderniteyi çok iyi tarif eder: bireyler artık bir takım soyutlamalar ile yönetilmektedir. Bu soyutlamalar, bürokrasinin işleyişini meşrulaştırır.
Bürokratik örgütlenmenin, temel belirleyeni "teknik üstünlüğü"dür. Bürokrasi, bir makine gibidir. Kesinlik, doğruluk, hız, süreklilik, dosyalama üzerinden hareket etme ile adeta bir makineye benzer. "Hata payı yoktur." Gayriinsani bu durum üzerinden, irrasyonel olan, duygusal olan tamamen dışlanmış olur. Weber’e göre, bürokrasi bir kez temellendiğinde ya da kurulduğunda onu yıkmak imkânsızdır. Zira, bürokratik mekanizma ortadan kalkarsa bir kaos oluşur. Bürokrasi bir mekanizmadır, çünkü kişilere bağlı olmadan çalışan bir sistemdir. "Demir kafes metaforu"nda temsil edildiği gibi ondan kaçmak imkansızdır. Sayer, demir kafes yerine başka bir metafor önerir: salyongoz kabuğu/iskeleti. Kabuk/iskelet bir yüktür, fakat onsuz yaşayamazsınız. Fakat, demir kafesten kilidi açıp çıkabilirsiniz. Modern devletin bürokrasiye olan mecburiyeti konusunda, Weber oldukça karamsardır.
Weber’in sosyalizme olan husumeti bu bağlamda anlaşılabilir. Cüsseli bir devlet ve kitle partisi ancak bürokratikleşmeyle sürdürülebilir. Üretim araçlarının toplumsallaştırılması, bürokratik iradenin iktidarını artırır. Sayer'e göre, Weber sosyalizmin kaderini görseydi, şaşırmazdı. Fakat, sosyalist ülkelerde yaşanan bu son, aynı zamanda, Weber’in tezini yanlışlıyor. Bürokrasinin yıkılmaz oluşu artık şüpheli. Weber, sosyalizm/kapitalizm tartışmasında ironik bir pozisyona düşer. Çünkü, rasyonelleşmenin en önemli aracı olan kapitalizm, toplumsal yaşamın tümden bürokratikleşmesini engeller.
Weber’in anti-modernist tavrının altında, rasyonelleşmenin sebep olduğu hala kırıklığı var (disenchanment). Rasyonel ve bilimsel olan, büyüden ve batıl inançlardan kurtarmadı; aynı zamanda, telafi edilmez bir boşluk yarattı. Hayal kırıklığının sebebi budur. Marx dinin eleştirisini tüm eleştirilen başlangıcı sayar, zira "din insanları uyuşturan bir afyondur". Akıl vasıtası ile insanların gözünün açılması, Marx için bir ilerlemedir. Weber’e göre ise, akıl ile ulaşılan bu yeni farkındalık büyük bir hayal kırıklığına sebep olmuştur. Fakat, aynı zamanda, Weber aklı ve bilimi bir zanaat olarak görür; rasyonel akıldan vazgeçmez. Paradoksal bir pozisyona sürüklenir.
"Bilimsel rasyonelite" dünyayı anlamak için bir araçatır, Weber’de. İronik olarak, "bilimsel rasyonelite" ile, rasyonelleşmenin şeytani yönünü anlamaya çalışır. Bilim, değerler konusunda sessizdir; insan hayatına anlamını veren nedir, sorusu bilim ile anlaşılamaz. Bilim ile her şey anlaşılabilir, hesaplanabilir, keyfiliğe yer yoktur. Bu durumda, insanların günlük hayatlarına anlam veren aşkın değerler ortadan kalkar. Bilim bunu telafi edemez, alternatifini de üretmez. Modern durum telafi edilmeyen bir boşluk yaratır. Modern birey ilerleme fikrine tabidir, bu sonu gelmeyen ilerleme tasavvuru içerisinde, ölüm bile anlamını yitirir.
Kapitalizm modern durumu anlamak için sadece bir yüzdür; "rasyonel soyutluk" çok daha şumullüdür. Kapitalizmin hedef alınması, çözümün içkin bir parçasıdır; fakat Weber’in bahsettiği, modern toplumsal yaşamın mekanikleşmesi, rasyonelleşmesi ve bürokratikleşmesi daha şümullü bir bakış gerektirir. Weberian pozisyonun önemi de burada ortaya çıkar. Gerçi, Weber modern durum konusunda oldukça karamsardır; Weber’de Marx’da olduğu gibi özgürlükçü politikalar bulmak pek olası değildir.

4 Aralık 2010 Cumartesi

kısa bir hikaye

ağzından kanlar süzülürdü, ciğerime jilet tükürürdü, ah benim kıymetli biraderim.

hayattan düştükten sonra, kollarına vurduğu çentikleri gördüm ilkin,
jileti dilinin üzerinde oynatabilme kabiliyetini takdir ettim.
hayattan düşen diğer insanlar gibi "sen ne bilirsin" bakışı atmıyordu,
nitekim hayattan kabre düşmüş bir ölü kadar tevekkül sahibiydi.
son kertede, şefkatinden sual olunmaz ya, çok şefkatliydi.

uzun süre sonra karşılaştık; koştum elini öptüm, boynuna sarıldım.
"ağabey beni affet" dedim.
oysa o çoktan tabancasını çekip, kafama dayamıştı.
gözlerinde tereddüt yoktu, beynimin pekmezini akıtmaya hazırdı.
beni çok sevdiği için, beni öldürmesi gerekiyordu.
gözlerimden öptü, tek hamlede tetiği çekti.
ben artık şakacı bir ölüydüm.