27 Ocak 2010 Çarşamba

ata lisansüstü konferansı

“Tekil Çalışmalar, Ortak Hassasiyetler”

III. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü Lisansüstü Öğrenci Konferansı

27-28-29 Mayıs 2010

Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü Lisansüstü Öğrenci Konferansları, akademik bilgi üretimine eleştirel bakışlar getirme; disiplinlerarası ve üniversitelerarası yaklaşımları öne çıkararak, akademik iletişimsizliği aşındırma; akademik bilginin paylaşılması ve yaygınlaşması için bir zemin oluşturma kaygılarıyla her yıl düzenlenmektedir. Bu yıl 27-28-29 Mayıs tarihlerinde üçüncüsünü düzenleyeceğimiz, “Tekil Çalışmalar, Ortak Hassasiyetler” başlıklı konferansımızda, Türkiye’nin toplumsal, siyasal ve tarihsel gündemine dair kaygıları öne çıkaran yaklaşımlar getirmeyi; bu yaklaşımlara yönelik fikir üretmeyi, paylaşmayı ve tartışmayı hedefliyoruz. Türkiye’nin gerek akademik gerekse kamusal gündeminde öne çıkan temel sorunlara odaklanmak istiyoruz. Eleştirel bakış açısına ve tarihselleştirme hassasiyetine sahip çalışmaları bir araya getirmesi hedeflenen oturumlar için makale özetlerinizi 01 Mart 2010 tarihine kadar bekliyoruz.

Bunlarla sınırlı olmamakla birlikte, aşağıda sıralanan genel başlıkların konferansın muhtemel kapsamına dair fikir verebileceğini düşünüyoruz.


Milliyetçilik/Ulusalcılık/Irkçılık

Toplumsal Cinsiyet

Sınıf/Emek Mücadeleleri

Gıda/Tarım/Ekoloji
Yoksulluk/Maduniyet
Kapitalizm/Kriz/Ekonomik Gelişmeler
Sosyal Politika

Kentsel Dönüşüm
Zorunlu Göçler

“Kürt Sorunu”

Demokrasi ve Hukuk

İnsan Hakları

İşkence/Cezaevleri
Ordu/Polis/Güvenlik

Toplumsal/Muhalif Hareketler

Korkunun ve Şiddetin Siyaseti

Kültür, İktidar ve Tarih

Toplumsal Hafıza

Medya’da İdeoloji veTemsiller


400-500 kelime aralığında olmasını beklediğimiz sunum özetlerinin en geç 01 Mart 2010 tarihine kadar, kısa özgeçmiş ve iletişim bilgileriyle birlikte atakonferans@gmail.com adresine gönderilmesini rica ederiz.


İbrahim Kuran

makale çağrısı / call for papers

The Journal of Historical Studies on Turkey: Interdisciplinary Perspectives, No 6

Makale Çağrısı


Editorial Board: Ceren Unlu, Cigdem Oguz, Pinar Yanardag, Ibrahim Kuran


The Journal of Historical Studies on Turkey, internet üzerinden yayınlanan akademik bir dergidir. Yılda dört sayı halinde yayınlanması hedeflenmektedir. Lisansüstü öğrencileri tarafından yazılan makaleleri, kitap ve tez eleştirilerini özellikle tercih etmekle birlikte, tarih disiplini ağırlıklı olarak, Osmanlı ve Türkiye dolayımında yapılan tüm çalışmalara açık olan bir sosyal bilimler dergisidir. Derginin amacı, modern dönem Osmanlı ve Türkiye tarihine dair çalışmaları, özellikle de lisansüstü öğrencilerinin çalışmalarını teşvik etmek, bu çalışmaların yayınına ve tartışılmasına olanak sağlamaktır. Dergi özellikle, disiplinlerarası teorik çerçevelerden beslenen ve karşılaştırmalı analizler içeren çalışmalara açıktır. Bu dergide, lisansüstü öğrencilerinin çalışmalarının pratik bir değer kazanmasının yanında; üretilen bilimsel bilginin yaygınlaşması, toplumsallaşması ve gündem oluşturması amaçlanmaktadır. Bu dergi, disiplinlerarası, ekoller-arası ve üniversitelerarası etkileşimi sağlayarak ve araştırma gündemleri etrafında paylaşımlar yaratarak, akademik hiyerarşileri ve asimetrileri aşındırmayı hedeflemektedir. Bu amaçlar doğrultusunda, dergi çift dilde yayın yapar.

İlgilenenler, 100 kelimeyi geçmeyecek şekilde, makale özetlerini ve yazı önerilerini atajournal@gmail.com adresine gönderebilirler. İlk değerlendirme sonucunda seçilen yazıların tam metni, haber verilme tarihinden 15 gün sonra istenecektir. Detaylı bilgi için, http://www.ata.boun.edu.tr/grad/1.htm

Özetler için son teslim tarihi: 10 Şubat 2010


The Journal of Historical Studies on Turkey: Interdisciplinary Perspectives, No 6

Call for Papers


The Journal of Historical Studies on Turkey is a scholarly on-line journal published quarterly. It aims to publish all kinds of academic articles, thesis and book reviews, preferably related to the Ottoman and Turkish history . The studies made by graduate students are strongly encouraged. The objective of the journal is to stimulate and provide a medium for the publication and discussion of the scholarly studies on the Ottoman Empire and Turkey of the modern period. This journal especially welcomes articles written from interdisciplinary theoretical frameworks or in a comparative perspectives. This journal aims for the proliferation and socialization of the academic knowledge. Also, this journal strives to transcend academic hierarchies and asymmetries by establishing a platform for interdisciplinary and interuniversity interactions and by increasing scholarly cooperations through specific research agendas. Therefore, in principle, this journal is bilingual.

We invite researchers to submit abstracts/proposals of max. 100 words. Proposals should be submitted by email to atajournal@gmail.com. After the admissions of the proposals, the researhers are asked for to submit the full texts of their papers in 15 days. For further information, http://www.ata.boun.edu.tr/grad/1.htm

The deadline for submissions: February 10, 2010

24 Ocak 2010 Pazar

cashback the movie

Once upon a time, I wanted to know what love was. Love is there, if you want it to be. You just have to see that it's wrapped in beauty and hidden away between the seconds of your life. If you don't stop for a minute, you might miss it.

It is all about the hidden seconds of life. You need to freeze the world in order to understand every tiny pieces of the beauty. Cashback is more than ordinary love story. It attempts to capture the fragments and moments -what we call the concept as- of love. Indeed, it is a way of seeing the world around us, it is a way of seeking the hidden beauty by uncovering the details. It is one of the most romantic and striking films that I have watched in last months. Taking my hat off to salute this fascinating movie. Though I have discovered the movie very late. Needless to say, it has wonderful soundtracks.

23 Ocak 2010 Cumartesi

güzelleme hakkımı kullanıyorum

vedat özdemiroğlu olsa, aklım çıktı derdi, benim aklım yerinde, ama birkaç saat evvel yoğun bir şekilde serotonin hormonu salgıladım. "kar yağınca hava yumşar", insanlarından değilim, "kar yağınca efkar biter", diyorum son birkaç saattir, neşeyle söyleniyorum mırıl mırıl. öğlene doğru uyandığımda istanbul, kar altındaydı. gelinliğini giymişti işte istanbul, bir düğün havası, geceden kalma matem geride kaldı - yine şahane seksist bir yorum.

bırakalım şimdi, üst perdeyi. kardan adam çocuğu, hezeyanlarına bulaşalım. dudağınıza bir kar tanesi konunca, yanağınızda güller gülücükler açsın. yağmur her zaman daha şedid, kar ise daha şefkatli. tüm günanları, kiri-isi-pası sararak örten, tane tane dokunuşlarıyla tanrı'nın rahmetli ellerini hissettiren, kar.

neyse, geçelim efendim, muratmenteş-alpercanıgüz-onurünlü ve diğerleri, en afili, en harbi delikanlılar, isimleri zikredilince saygıduruşuna geçilesiceler, kaloşnikof abilerimiz- çeteyi canlandırmışlar. şeyhim, ayakta alkışlıyorum; sakınmadan seviyorum. kaybedecek birşeyleri yok. sakınmasız ve sakıncasız hareketler, geride hezeyan ve palavra kalıyor nasıl diyorlar, sizin orada, darül harb ya da bon apetit
http://afilifilintalar.blogdns.com/

22 Ocak 2010 Cuma

şairlere şiir taslakları

karanfil yaprağına esrar sardım sevgilim bana emanet ettiğin yüklü geçmişi geride bırakarak müsadenle bir lacivert geceye intihar ediyorum oldukça afilli bir terkediş bu // eyzan bir karabasan gibi üzerime çöken iktidarını tarumar ediyorum işbu b-ölüşümle görünürde ilelebet bir vicdan mahkumu olacaksın aslına bakarsan altından kalkamadığım sorumluluğu senin üzerine yıkıyorum nihayetinde haklı olduğum bir ölüme gidiyorum birgün dirilirsem bil ki bir manası var[...]
*
devrim vaktiyle vaktiyle bir ihtimaldi
ve çok güzeldi
sabıkalı bir bakışla sokul mabedime,
kör parmakuçlarınla kirlet bedenimi.
öylesine saf aşklardan hesap sormanın
vaktidir eyleşmelerimiz.
zulüm, haya ile şehvet arasında,
tekrarlanan bir yalandan ibarettir.

*
ahmuhsinünlü'ye
sabah kalktı, pencereden baktı, yağmur vardı, işte böyle bir günde intihar edebilmeli insan, dedi, işe gitti, çok çalıştı, ama diğer beyazyakalılar grevdeydi, eve döndü, ümitsizdi, yağmur bu kez yokuş aşağı yağdı, intihar edebilmek için sokakların yoksulluğunda başka bir sebep kalmamalı dedi, sabırla beklemeye başladı

ibrahimkuran '09

19 Ocak 2010 Salı

alıntılar (II)

ben doğduğu dünden tezi dostluğu yücelten adamı severim. şehvetin tutkusuyla kanı tutuştuğu zaman kadını severim. hiç duraksamadan kendimi onlara veririm, çılgıncasına. bu pahalıya mal olur ama, düş kırıklıkları benim isteklerimi hiçbir zaman azaltmadı, azaltmayacak. bir kumarbaz hırsıyla her yerde şansımı denerim. her zaman büyük oynarım, çünkü küçük hesaplardan nefret ederim. yanılırsam, benim kaybım hiç olmaz: yitiren karşı taraftır. insan tümüyle kendini verdiği zaman hiçbir şey yitirmez: yoksa hesapsız kitapsız kendini harcadığı için güneşin tükeneceğini söylemeye benzer bu. bu arada buzullar kendiliğinden erimiş, erisinler ne yapalım! ama, düşünün, kazandığım zaman dünyalar benim olur.

bir gecede verdim sevgilimin yanında, bir yazlık bütün "emeğimin" karşılığını. panait istrati

katiller elbet hesap verecek: kardeşimsin hrant

Üç yıldır bizimle dalga geçerken yalnızlar mıydı? Tek tek örnek vermeli miyim? Babam öldürülmeden üç gün önce bir yazı yazdı; 'Valilikte haddim bildirilmeye çalışıldı' diye. İki istihbaratçı da vardı orada. Mahkeme 'O kişiler kim?' diye soru sordu, 1.5 sayfa masal anlattılar. Mahkeme, 'Yeni cevaba gerek yok, yeterli' dedi. Mahkeme, bizimle dalga geçmedi mi? Hiddetim, öfkem ve acım nedeniyle bazı arkadaşlarımız cam çerçeve indirmesin. Ben bu dünyanın camını çerçevesini kırmak istiyorum. Babamın büstü var içeride, onu da kırmak istiyorum. Ben büstleri değil, insanları seviyorum. Üç yıl önce yapıldığı gibi kalabalık olup vatanı koruyabilmemiz lazım. Vakur duruşu koruyabilmek lazım. 'Kafes Planı' diye bir plan ortaya çıktı, 'Hrant Dink operasyonu' diyor. Medya yazdı mı? Gayrimüslimlerin üzerine korku salmaktan bahsediyor. Yargıtay kararını anlatmak için babamın dilinde tüy bitti. 'Kışkırtılacak kadar Ermeni kalmadı' denilmişti. 100 yıl önce avdık, şimdi yem olduk, arat dink, 19 Ocak 2010, halaskargazi/şişli
süreci takip etmek için, http://www.19ocak.org/
hrant'ın bir dahaki mahkemesi, 25 Şubat 2010, beşiktaş'ta.

Ali Bayramoğlu'nun 19 Ocak 2010 yazısı:

Orada mısın Ertuğrul, kendini görüyor musun?Ağca dün cezasını bitirerek tahliye oldu. Bugün ise Hrant Dink suikastının üç yılı doluyor. Ağca Papa'yı vurdu, Abdi İpekçi'yi öldürdü. Tetikçi olarak ceza aldı ve yattı. Ama kimden emir aldığı, kim tarafından yönetildiği hâlâ açık olarak bilinmiyor, en azından bu kişiler ortada dolaşmaya, belki sistemin tam ortasında boy göstermeye devam ediyorlar. Üç yıl oldu, Dink cinayetinde de tetikçilerin ötesine gidilmedi. Bir katil, iki azmettirici yargılanıyor. Emir verenler ortada yok…Hrant'ın vurulmasına giden yolun taşlarını döşeyenler, vurulduktan sonra onu vuranları sokak serserisi ilan edip katille empati ilişkisi kuran ve bugün davanın birkaç kişiye sıkışmasının ön çabasını gösterenler, Özkökgiller başta olmak üzere, tüm dolaylı ve doğrudan suçlular kem gözlerle olup biteni izlemeye devam ediyor. Taner Akçam'ın dün gece birlikte yaptığımız televizyon programında, TV Net'e Ruanda'da bir derginin yaptıklarını ve karşı karşıya kaldığı durumu örnek göstererek “Ertuğrul Özkök yargılanmalıdır” demesi sadece bir duygunun değil bir durumun da ifadesidir…Belki unutanlar, unutmak isteyenler vardır. Hatırlatalım…“Agos gazetesinin 6 Şubat 2004 tarihli nüshasında yayınlanan, Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen'in yetimhaneden alınmış bir Ermeni kızı olduğuna ilişkin yazı (nedense iki hafta sonra) Hürriyet gazetesinin 21 Şubat 2004 tarihli nüshasında manşetten verildi…Ertesi gün 22 Şubat 2004 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı, Agos'un haberine ilişkin çok sert bir açıklama yaptı. İki gün sonra, 24 Şubat 2004, günü Hrant Dink İstanbul Valiliği'ne çağrıldı. Azınlıklarla ilgili iş ve işlemlerin yürütülmesinden sorumlu Vali Yardımcısı Ergun Güngör'ün odasında gerçekleşen görüşmede biri kadın olmak üzere iki kişi daha vardı. Dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu tarafından istihbarat elemanı olduğu açıklanan bu iki kişiden Ö.Y daha sonra Ergenekon soruşturmasında da karşımıza çıktı. 26 Şubat günü, bu görüşmeden tam iki gün sonra… Ülkü Ocakları'na mensup bir grup, Agos Gazetesi önünde, “Ya sev ya terk et”, “Bir gece ansızın gelebiliriz” sloganları eşliğinde gösteri yaptı. Bu gösteride, grup adına basın açıklaması yapan Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Levent Temiz, “Hrant Dink bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir” diyordu. Levent Temiz, Ergenekon davasında sanık olarak yargılanmaya devam ediyor. Bu olayların hemen arkasından Hrant Dink'in “Ermeni Kimliği Üzerine” başlıklı ve dizi halinde yayınlanan yazısındaki bir cümlesi bahane edilerek yeni bir saldırı kampanyası başlatıldı. Ve (Ergenekon tutuklusu Kerinçsiz gibi) kimi kişi ve kuruluşlar, aynı elden çıkan tek tip şikâyet dilekçeleriyle Hrant Dink'i savcılıklara şikâyet ettiler. Sistemli ve tek merkezden yönetildiği izlenimi veren saldırılar, kimi internet sitelerinde ve kimi gazetelerde devam etti. Bu saldırılarda Hrant Dink, “Türk düşmanı” olarak ilan edilip bir nefret objesi haline getirilerek sürekli hedef gösterildi…” * Sonrası malum…İpekçi'yi öldüren Ergenekon ile Hrant'ı öldüren Ergenekon aynı pis havuza işaret ediyorlar…Evet, bir yüzde bunlar var…Yol alınmadı, buzdağının üstü kırıldı, hepsi o…Türkiye'nin karanlık yüzü budur…Ve o yüzü temsil edenler, o yüzden beslenenler ülkenin yaşadığı değişim ve Ergenekon temizliği karşısında titreyenlerdir. Ama diğer tarafta bir kavga sürüyor. Aramızda olsaydı Hrant'ın da çoşkuyla karşılayacağı bu temizlik, onun da önemli bir pay taşıdığı bu değişim Türkiye'nin yarınıdır, yarın ki aydınlık yüzüdür. Ergenekon zihniyetini temsil eden bu net resimde kendilerini görüyorlar mı acaba? *Dink davası 3. Yıl Raporu

sokrates'in köpeklerinden orwel'inkilere

sokrates’in köpeklerinden kalmadı orwel’inkinden.

1984’ten önceki yıllar, onun 1984 adlı romanındaki kehanet gerçekleşecek mi gerçekleşmeyecek mi diye heyecanla beklenmişti. Fakat gün oldu, sene 1984’ü buldu. Olmadı dediler: kehanet gerçekleşmedi. Büyük Ağabey’lerin inanılmaz çağdaş, elektronik diktalarıyla karşılaşmadık (Öyle dendi).

Bir tür tanrı olan Büyük Ağabey, yönettiklerinin cinselliğini bile kontrol edemedi. Bir çeşit doğum kontrolünü hayata geçiremedi yani. Uzaydan insanların odalarının içini denetleyemedi. Vs. vs.

Böylece Orwel, kâhinliği kıl payı kaçırmış oldu.

Bu büyük yazara azami “kâhinlik” payesi biçmek, haksızlık halbuki. Bu haksızlığı gidermek, onun ne kâhini, hâşâ peygamber değil, ama peygamber gibi bir şey olduğunu söylemek istiyorum: 1984’de kâhinliği belki kaçırdı ama Hayvanlar Çiftliği’yle peygamber gibi bir şeyliği kesinlikle hak etmiş durumda; Bütün zaman ve coğrafyalarda, gelişmelerin nasıl seyredeceğinin romanını şaşmaz bir şablon olarak yazmasıyla... Romana göre (tutalım ki) bütün kümes hayvanları bir önceki çiftlik sahibinden kurtuldu, kendi düzenlerini kurdular. Domuzu da lider seçtiler. İşler iyi gidiyor gibi olur, ama kısa zamanda politbüronun kapısına:

“Bütün hayvanlar eşittir, ama domuzlar daha fazla eşittir” diye bir levha asılır. Bu süreç içinde beygir, beygirler gibi çalışır, hiçbir şeye karışmaz: “Olmaz” der, “Bana hizmet gerekir” der, “Domuzların mutlaka bir bildiği vardır” der. “Etmeyin tutmayın” vs. der ve işgücünü yitirdiği yaşlarında köpek maması olmak için fabrikaya götürülürken, o hâlâ sadıktır. Siz beygirin sonuçta köpek maması olduğunu unutmayın ve altını çizin.

Çünkü Orwel’in köpekleri, kitabın en önemli kahramanlarıdır. Domuzun iktidarı bile onlara bağlıdır.

Evet, bütün kümes hayvanları için yeni durum eskisinden farklı değildir; eskiden çiftlik ağası zulmü vardı, şimdi domuzların: Ne diye devrim yapmışlardı ki.

Domuzları da sıkıştırmaya başlarlar. Ama bu eylemde tabii ki bıçak kemiğe dayanmış, “Artık yeter, bu arada bu işi bitirdik, bitirdik: yoksa bu ebediyen böyle sürer gider” demek istemişlerdir. Ve tam da devrimi, (domuzlara karşı) başaracakken, kitabın başından beri ortalarda görmediğimiz, eskinin küçük enikleri, birer canavar olarak, kümes hayvanlarının üzerine salınır domuzlar tarafından. Bunlar gizlice bir yerlerde beslenmiş, böylesi kötü günler için saklanmıştır.

Aslında Orwel’in köpeklerinin “hav” demesi bile yeter kümes hayvanlarına değil mi?

Bir de Sokrates’in köpekleri var biliyorsunuz. Onlardan da bahsetmek gerekir. Bir gücenmeye, alınganlığa meydan vermemek için. Çünkü Sokrates’in köpekleri daha yaşlı ve daha olgun üstelik. Ne olgunu, filozof onlar.

Orwel’in de Sokrates’in de köpekleri, yapısallıkları ve asıl işlevleri açısından aynı. Yani neticede ikisi de köpek. Bu işlev, Orwel’de son derece gerçekçi bir biçimde hayati gerçeklerle örtüşür vaziyette ortaya konulurken, Sokrates’te hep olduğu gibi ‘ideal’dir. Sokrates’in köpekleri iki bin yıldır, kendisinin arzu ettiği işlevi icra etmemiştir. Şöyle de söyleyebiliriz: Sokrates’in ayakları yere basmayan ideal köpeklerini, Orwel realize etmiş doğru yorumlamış. Arada önemli farklar var: Birinin köpekleri filozofken, ötekininki bildiğiniz it, ama fonksiyonel.

Biri filozof, entel vs, ama hiçbir işe yaramıyor. Diyor ki Sokrates: “Köpekler sahiplerine saldırmaz, havlamaz.” (Öyle). “Ama yabancıya saldırır, havlar.” (Evet). “Öyleyse onlar bunu ‘tanıma’yla yapıyor.” (Tabii). “Felsefe de ‘tanımak’ değil midir?” (Eh). “Demek ki, köpekler filozoftur ve bizim güvenlik birimlerimiz de böyle davranacak: Sahibine uysal, itaatli; yabancılara saldırgan.” (Bu diyalogu aynen aktarmadım. Cümleler bana ait.)

Fakat bu fevkalade, Sokrates’e yakışır çıkarsama, Marx’ın teorisi gibi sanki hep iflas ediyor. Orwel’in üç paralık itleri, hep Sokrates’in filozof köpeklerinin yerini alıyor. Tuhaf! Köpekler yabancıya değil, sahibine havlıyor hep, Yunanistan’da. Yoksa yanılıyor muyum? Konumuz Atinalı bir filozof olduğuna göre, Atina’da köpekler sahiplerine havlamıyorlar mı?

16 Ocak 2010 Cumartesi

taraf'taki kürt söylem(leri) ve bir eleştiri.

Taraf Gazetesi Tarafını Belirlemiş - Engin Doğru - Kültürel Çogulcu Gündem - 4 Ocak 2010

Medya evrensel anlamda halkın doğru ve özgür haber alma hakkını sağlar. Evrenselin tanımı bu olsa da dünya üzerinde medyanın her zaman egemenler ve karşıtları anlamında bölündüğü de bir gerçekliktir. Bu bölünmeye rağmen medya etiği ve ilkeleri olarak kabul edilen bazı temel değer yargıları vardır. Bunların başında da barış ilkesi gelir. Medya savaş kışkırtıcılığı yapmaz.

Türkiye medyasına baktığınızda özgür ve sol medya dışında tüm haber ve yazılarda buram buram savaş kokmaktadır. Kürt sorunu karşısındaki duruşu resmi ideolojinin güdümünde inkâr ve imha anlayışı savunulur. Yaşanılan çatışmalı süreç boyunca bu anlayıştan şaşmayan medya çoğu zaman militarizmin tetikçiliğini yapmış, özel psikolojik savaşın figüranı olmanın dışına çıkamamıştır.

Türk medyasının bu açık pozisyonunda Kürtler arasında etkili olmamasından kaynaklı olarak ortaya çıkan ve demokrat liberal duruş iddiasında olan gazetelerde, tüm iddialarına rağmen savaşçı medyanın yedeğine düşmekten kurtulamamıştır. Son dönemlerde bu iddiayla ortaya çıkan Taraf gazetesi bunun en iyi örneğidir.

Taraf gazetesi manşet ve haberleri ile Türkiye’deki militarist anlayışı sorguluyor havasıyla kendini kabul ettirmeye çalışırken Kürt sorununa yaklaşımı ile tamamen militarizmin kucağına oturuyor. Bir yandan savaşı ve yarattığı çürümeyi ortaya koyarken asıl hedef olarak Kürt özgürlük hareketini vurmaya çalışıyor. Kürt halkının inandığı ve savunduğu değerleri karşısına alarak şaibe ve manipülasyon yaratıyor. Kürt hareketinin açıklamalarını dikkate almak yerine çarpıtarak ya da cımbızlayarak kafa bulandırmayı incelikle yapıyor. Yaşananların sorumlusu olarak bir tarafa askeri koyarken karşısına Kürt halkının siyasal iradesini koyarak ikisinden de kurtulmak gerekir algısını yaratmaya çalışıyor. “İki halkın düşmanı” manşetiyle Kürtlerin değerlerine küfreden Altan-Çongar yönetimindeki Taraf bu anlamıyla özel psikolojik savaşa tersten hizmet etmenin ötesine geçemiyor.

Gazeteyi bölgede yarı fiyatına satarak üstlendiği misyona hizmet etmek için fedakârlıktan çekinmiyor. Bir yandan batıyoruz derken bu özveri gayet şaibelidir. Nereden, kimin tarafından finanse edildiği belli olmasa da, bu yaklaşım dahi kararlılıklarını gösteriyor.

Taraf gazetesi kendine o kadar abartılı yaklaşıyor ki yer yer haddini aşan laflar etmekten de çekinmiyor. Gazetecilikten çok siyasi bir rakip pozisyonunda hareket ediyor. Haber ve köşe yazılarıyla Kürtlere akıl vermekten çekinmeyen bu gazetenin köşe yazarları hayal dünyasında yaşıyorlar. Bir bakıyorsunuz Yıldıray Oğur ”artık Kürt siyasetine Taraf çizgisi lazım, bölgede resmi gazete olan Günlük yerine Taraf dikkate alınıyor” diyor. Mehmet Baransu, “DTP ve Kürt hareketinden nefret ediyorum” diyor. Bu kadarla kalsa iyi; gazeteye topladıkları özgür basının kaçkınlarını tümü Taraf’ta akıl hocası olmuş Kürt siyaseti hakkında dâhiyane çözümlemeler yapıyor. Çokbilmiş, aklı kendine yetmez, dedikodu yazarı Kurtuluş Tayiz ferman çıkarıyor: “Artık Kürt halkı arkanızda durmaz. DTP Kandil’le arasına sınır koymadı, halk tepkili.”

Açık söylemeli: Taraf gazetesi Kürt halkının kafasını bulandırmak için özel bir misyonu yerine getiriyor. Son yapılan operasyonlara psikolojik zemin hazırlamıştır. “Şahinler-güvercinler” politikası ile hedef göstermiştir. Bu operasyonda Zaman gazetesi ve Yeni Şafak’la beraber özel görev üstlenmiştir, sorumluluğu vardır.

Sayın Altan giderek hayal kırıklığı yaratıyor. Demokrat olarak bildiğimiz Altan özgür basın kaçkınlarının yanlış yönlendirmesiyle mi, yoksa kendilerine misyon biçmeye çalışan kimi Kürt siyasetçilerinin çarpıtmalarıyla mı bilinmez, ama doğru bir yolda değil. Sayın Altan Kürt hareketine küfür etmek, içlerinde farklılıklar aramak ve yaratma çabası yerine kendinden beklenen dürüst gazeteciliği yapsın. Elbette kendi fikirlerini söyleme hakkına sahiptir, ama Kürt halkının iradesine de saygı göstersin. Bakalım Kürt siyasetçilerine “alçak” diyebilen Sayın Altan, Kürt seçilmişlerine dönük operasyonun siyasal sorumlularına aynı cesaretle karşılık verebilecek mi?

Kürtleri sorgulamak - Halil Berktay - Taraf- 26.12.2009

Bırakalım genelkurmay başkanını. “Son kriz”lerin geçen haftalardaki “sonuncusu”nun ardından çıkan bazı tartışmalara dönelim.

Bir kısım solcu, kapatma sürecinde DTP’nin (ve PKK’nın) kendi hatâ ve yanlışlarından söz edilmesine karşı. Neredeyse bunu Anayasa Mahkemesine hak vermekle bir tutuyorlar.

En azından bir kanadıyla, Emine Ayna ve benzeri şahinleriyle PKK’nın sözünden çıkamaması normal, demek. Açılım sürecinde kendini geri çekmek, orta zemindeki boşluğu (kasten) doldurmamak, parlamentoda grup dahi kurabilmiş bir siyasî parti olarak “bizi değil İmralı’yı muhatap alın” demek normal. Öcalan’ın hücresi küçüldü diye başlayan gösterilerin bölgeyi gerip kana bulaması da normal, çünkü (internette dolaşan bir yazının ifadesiyle) “yaşanan acılardan ötürü kontrol dahi edilemeyen bir halkın haklı öfkesini” yansıtıyor. Tokat Reşadiye baskınında yedi asker öldürüldüyse bu bile normal, çünkü (Roni Margulies, 16.12.09) “Türkiye’de savaş sürüyor... Pişmiş aş yok; kısık ateşin üzerine yeni konmuş bir tencere var.” Dolayısıyla PKK “olmayan” bir barış sürecini baltalamış sayılamaz.

Bu yapay, zorlama mantık, birincisi, savaşı doğallaştırmak yoluyla o savaşın “icap”larını karşı durulmaz gösteriyor. İkincisi, oluşmaya devam etmesi umulan siyasal konjonktürü yok sayıyor (kendi metaforunu kullanacak olursak, kısık ateşi dahi söndürmeyi mazur buluyor). Demin sözünü ettiğim internet yazısının bir başka yerinde ise “Kürtlerin yaşadıkları şiddet karşısında direnmekten başka bir seçenekleri yok” deniyor. Direnmek, illâ silâh mı demek ? Yazar bu noktayı es geçiyor. Ama diğer bir grup yorumcu, PKK olmasaydı Kürt meselesinin hiç gündeme gelmeyeceğinde israrlı. Buna göre, şiddet başarılı, çünkü Türkiye’ye Kürtlerin varlığı ancak bu yolla kabul ettirilebilmiş.

İmdi, yukarıdaki önermelerden herhangi biri veya birkaçına itirazınız varsa, bu “yıllardır Kürtlerin halinden anlamayan Türkler”den sayılmanıza yetiyor. Kimi Hürriyet yazarından farksız görülebilirsiniz, zalimin densiz kibri açısından. Mithat Sancar dahi PKK dışı Kürt demokratlarına seslenmeyi, devlet ile PKK arasındaki orta zeminde barışçı, demokratik bir siyaset aramayı “oryantalizm” ile bir tutmuş (17 Aralık). Bu, diyor, “PKK’nın Kürtler için ne anlama geldiği”ni düşünmemişliğin tezahürü. Bir gün önce Roni Margulies de hemen aynı sözcükleri kullanmış : “PKK’nin Kürtler için ne anlama geldiğini çakamamak” (16 Aralık).

Böylece Sancar ile Margulies, PKK ile Kürt tabanının ilişkisini sarsılmaz ve tartışılmaz farzetmek noktasında buluşuyor. İnternette benzer bir kabule daha rastladım. DTP’yi Meclisten çekilmemeye çağıran bir metne şöyle bir itiraz geldi : “DTP’nin kendisine oy veren seçmenin iradesini hakkıyla temsil ettiğini... düşünüyorum. DTP’li vekiller çok sahici... bir mücadelenin insana kazandırdığı siyasî sezgilere ve akla sahipler... Kitlesini bu kadar doğrudan temsil etmeyi başarmış bir yapı daha görmedim bu ülkede. Onun için... kararın kendilerine bırakılması en doğrusu.”

Acaba aynı ülkede mi oturuyoruz dedim kendi kendime, bu satırları okuduğumda. Ya da, Solun içinde birlikte yer aldığımız 30-40 yıllık trajedisinden nasıl oldu da bu kadar farklı sonuçlar çıkarabildik ? Bunca “liderlik kültü” tecrübesinden sonra, insan kendi bağımsız bilincini herhangi bir önderlik otoritesine böyle kayıtsız şartsız emanet edebilir mi ? Hele DTP’nin bütün bölünmüşlüğü ve zigzagları, hatâları alabildiğine ortadayken ? Mağduriyet, mağdurların her dediği ve yaptığını haklı mı kılar ? Etyen Mahçupyan enfes bir yazı yazdı tam bu konuda (Barışa lâyık olmak, 9 Aralık). Hiçbir yanlış anlama olmasın diye, iğneyi önce kendine batırdı. Ermeni diasporası adalete lâyık, dedi, ama Ermeni diasporasının siyaseti adalete lâyık değil. Benzer bir şekilde, “sadece Kürtlerin değil, Kürt siyasetinin de adalete ve barışa lâyık olması” gerektiğini vurguladı. Aynı çizgiyi sonraki üç yazısında da sürdürdü (16, 18, 20 Aralık). Gene Pazar günkü Taraf’ta, Murat Belge, Yıldıray Oğur ve Ayşe Hür de DTP ve Kürt siyaseti eleştirisini derinleştiriyor.

Hepsinin altına imzamı atarım, diyeceğim ama gereksiz artık. Zira DTP, maalesef sivil Kürt örgütleri veya Türk aydınlarının değil, Öcalan’ın isteğiyle Meclise döndü. Bu arada, Öcalan Tokat’ı da reddetti (ama bu sözleri sansürlendi). Gösteriler dursun dedi ve “halkın kontrol edilemeyen öfkesi” kalmadı. Öyleyse yukarıda sıraladığım bütün diğer apolojiler ve kâh DTP, kâh PKK güzellemeleri de ansızın ayazda kalmış olmuyor mu ?

çağdaş bir sola doğru

Taraf Gazetesi | Türkiye’de çağdaş bir sola doğru

Önce ikinciden başlayalım: Marxist olmayan “sol”, zannederim Türkiye’den başka bir yerde yoktu! Ve zaten Türkiye’deki de “sol” değildi. Sosyal Demokrasi, kaynağını Marxizm’den alan bir düşüncedir, ve biliniyor ki II: Enternasyonal’in bölünmesi ile ortaya çıkan “Avrupai” diyebileceğimiz, “sosyal-demokrat sol”un fikir babalarının ana argümanı da gene Karl Marx’tır... Türkiye’de uzun yıllar yanlış bir tanımlama ile adına “sol” dediğimiz şey, 1970’li yılların cuntacıları, Mümtaz Soysal’lar, Doğan Avcıoğulları ve dahaları, aslında bugün ortaya çıkan Ergenekon tipi örgütlenmeler içinde, ordunun darbe yapması ile “devrim” yapacağını uman; ancak 3. Dünya ülkelerinde görülebilecek, “ulusal kurtuluş savaşları” söyleminin, devamından başka bir şey değillerdi ve bunu da zaten hiç saklamamışlardı. “Anti-emperyalizm” kılıfı, “ulusalcılıklarını” gizleyecek, iyi bir örtüydü, o kadar! 9 Mart Cuntası meselesi, henüz toplum hafızasından çıkacak kadar eskimedi! YÖN Dergisi etrafındaki kadronun kimler olduğunu, Uğur Mumcu Sakıncalı Piyade’de ironik olarak ne güzel anlatıyor? 12 Mart Darbesi ve faşizminin başbakanı Nihat Erim’in bile dahil olduğu bir sol hareket olabilir miydi? Ya da faşist cunta hükümetine başbakanlar veren (Ferit Melen’i de unutmayalım) bir sosyal demokrat parti? Ecevit’le olan da bence CHP’nin sola evrilmesi değildir. Zaten ne söylediği tam bir açıklıkla anlaşılamayan, hükümete her geldiğinde ülkenin başına hâlâ çözülemeyen sorunlar açmaktan başka bir şey de yapmayan rahmetlinin yapıp ettikleri, kâh “su kullananın, toprak işleyenin” gibi Mao’dan, kâh sağdan soldan toparladığı bir takım argümanlarla, parti içindeki hizip kavgasında galebe çalma gayretinden başka bir şey diye yorumlanmamalıydı. Bir başka ülkenin, bir kısmına asker çıkardı diye, mevcut hükümeti bozup, fatih edası ile seçim kazanmaya yönelmiş bir “sol” parti! Belki eski BAAS, belki bir miktar Saddam, belki hadi hadi Huari Bumedyen (Bin Bela bile değil)! Kaldı ki hem rahmetli hem de Mümtaz Hoca en sonunda Saddam’ı bile desteklemekten imtina etmiş değillerdi...

Bu, sol değildir! Önce bunun ortaya konması gerekir...

Ama ondan sonra ortaya konması gereken bir ikinci gerçek daha var ki; bu günlerde, hele bu günlerde, “Çağdaş bir sol” bina edecek ise Türkiye “sol”u, bu hesaplaşmayı yapmadan hiçbir yere gidemez! 1970’lerde ortaya çıkan “sol” hareketlerin çoğu da bu siyasi iklimin, ürünüdürler. Zamanın, sol “çizgi”lerinin, neleri savunduğunu, unutmayalım! 9 Mart Cuntası ilişkilerini göz ardı etmeyelim... Cuntaları şaşırıp da 12 Mart Cuntası gelince, “bizim çocuklar” zannedip, “ordu kılıcını vurdu” diye manşet atan “sol” gazeteleri gündemden düşürmeyelim. Ve hatta, Dr. Kıvılcımlı gibi, Türk Ordusu’nun, bütün Marxist literatürü yalanlayan, özgün ve ilerici bir ordu olduğunu ve ülkedeki bütün ilerlemeleri, ancak ordunun sağlayacağı türünden, “komünist” tarih tezleri ve teoriler üreten “komünist” bir önemli teorisyenin, varlığını da unutturmayalım. Mademki çağdaşlaşacağız, çuvaldızı kendimize batırmayı öğrenmekten başlayalım derim ben! Bu anlamda, 1970 hareketlerinin, bütün keskin sol söylemlerine karşın, ulusalcı nitelikli olduklarını hatırlıyorum. Sonradan mitoslaştırılan Deniz Gezmiş’te bunu açıkça hatırlarım ama THKP-C ekibini, şimdilik bu gruba sokmak istemem. Çünkü Mahir Çayan’ın yazıları, bir ev taşıması durumu nedeni ile şu anda elimin altında değil! Ama rahmetli Gezmiş’in YÖN Grubu ile hiç bağının olmadığını söylemenin çok zor olduğunu düşünüyorum. Bunun açık karineleri var!

Üçüncü handikap: Türk Solu’ndan mı bahsediyoruz? Türkiye Solu’ndan mı? Doğal olması gereken, “sol” konuşulacaksa, “Türkiye” solu olmamalı mıdır? Peki o zaman neden Bakû’den, ve 1922 TKP’sinden başlıyoruz? Çünkü, gene Avrupa’dan bakarak konuşacaksak, (madem ki “çağdaş”laşacağız, başka yerden bakmanın olanağı da yok ama) “Türkiye Solu” 1922’de Bakû’de başlamadı ki! 1908’de İştirakçi Hilmi ile de başlamadı, daha sonraları, Tramvay ve Tersane Grevleri ile de Halk İştirakiyyun Fırkası ile de başlamadı... Türkiye’de “sol”un sınıf bazında örgütlendiği ilk hareket, benim bildiğim, Selânik’te Benaroya’nın örgütlediği işçi hareketleridir ki enternasyonal ile de ilişkilidir. Dediğim gibi kitaplığım şu anda elimin altında olmadığı için, tarih veremiyorum... Tartışma gelişirse, onu da veririm... Ama çoğumuzun unuttuğu Osmanlı Sosyalist Fırkası’ndan da eski olduğu aklımda... Ardından, İstanbul ve İzmir’deki, Rum Sosyalist hareketleri gelir! İlk sosyalist merkez, İstanbul’dadır, ve yayın organının adı da “O Ergadis”dir (ırgatlar)... Rumca! İzmir’de yayımlanan bir başka sosyalist derginin adı, “O Sosyalizmos”tur... Başyazarı da Trabzonlu bir Rum öğretmendir... Yunanistan Komünist Partisi’nin yayın organı, “Rizospastis” de önce İstanbul’da yayınlanmıştı diyeceğim ama hafızam beni yanıltıyor mu diye endişeleniyorum. Yâni Türkiye Solu, Osmanlı azınlıkları içinde ortaya çıkmıştır! Benaroya Musevi, ötekiler Rum! Burada ilginç olan, “Türk Solu” ile bunların hiçbir ilişkilerinin, bugüne kadar ortaya konabilmiş olmamasıdır. Tam tersine, Ethem Nejat ile Teşkilât-ı Mahsusa’nın, Mustafa Suphi ile de Yusuf Akçura’nın ilişkileri kurulabilmektedir ama! Ve bilindiği gibi, ilk TKP’nin fikir babası Mirseyit Sultan Galiev’dir ki Bolşevik Partisi MK üyesidir ama, (tartışılması bir yana) açıkca Turancı’dır! O zaman neden Benaroya yok? Niçin “Türkiye Sosyalist Merkezi” ve

“O Ergadis” hiç konuşulmuyor? Gibi sorular yanıtını bulur demekten de açıkcası o geleneğin bir insanı olarak, korkuyorum... Ama açıkca sormak gerek: Neden Selânik ve Benaroya yok, bizim sol tarihimizde? Ve Ecevit var? Ve hâlâ da var üstelik? Çağdaşlık arayışımızda bile var? Ve ötekiler de yok! Hâlâ yok! Tarihe baktığım zaman, sanki de “Türk Solu”nun, “Türkiye Solu” ile ayrışmak üzere, başlangıcından gelen bir özel ulusçu gayreti var gibi geliyor bana! Yâni 70’leri eleştirirken, bunun kökenlerinin taa ilk TKP’nin kuruluşuna kadar gittiği gibi bir kuşku, içimi kemiriyor. Anti-emperyalizm ile ulusçuluk arasındaki ince çizgi, beynimi meşgul edip, duruyor. İşgal İstanbul’u, İzmir’in işgali! “O şartlarda örgütlenilince, ister istemez...” gibi savunmaları duyar gibiyim... Evet, tamam ama sol adına, 15’ler olayına rağmen, İttihatçılarla fikirsel olarak, uzun yıllar al takke ver külâh yaşandığı, o işgallere yol açan savaşa da İttihatçı hükümetin, Sivastopol’u bombardıman ederek kendisinin girdiği, hiç akla gelmiyor! Elbette önceki ve sonraki paylaşım hesaplarını biliyorum ama; gidip yanı başındaki bir “dev”in şehirlerini bombardıman ederek savaşı başlatan bu “mağduriyet”i anlamak, gerçekten çok zor! Ne yapacaktı emperyalizm? “Elinize sağlık, biz sizi mağdur etmeyelim, kalsın” mı diyecekti? Tabii ki gelip başkentinizi işgal edecek, topraklarınızı da paylaşacaktı... Bunu yargılamadan, “azınlık” sollarını, “Türkiye solu” dışına atmaktır, dikkati çekmeye çalıştığım şey! Ki başlangıç da oralardadır, ararsak...

Mademki çağdaşlaşılacak, buralardan başlanması gerekmez mi?

İttihat Terakki’nin genel merkez binasında yayınlanan, 2. Dünya Savaşı esnasında Hitler’i desteklemiş Cumhuriyet gazetesi, elli yıl “sol” diye anılacak; Selânik’te işçileri örgütleyip, 1. Enternasyonal’e de üye olmuş Benaroya ise hiç anılmayacak ve biz solu çağdaşlaştıracağız! Hangi bilgi birikiminin üzerine bina edilecek bu yeni anlayış?

9 Ocak 2010 Cumartesi

8 Ocak 2010 Cuma

alıntılar (I)

"Yeniden yaşama başlarız. Sen kendi işini yaparsın, ben de kendiminkini. Yemek yeriz, uyuruz, faturları öderiz. Bulaşıkları yıkar, yerleri süpürürüz. Bir çocuk yaparız. Beni banyoya sokup saçımı yıkarsın. Ben senin sırtını keselerim. Sen yeni sihirbazlık numaraları öğrenirsin. Aileni ziyaret eder, annenin sağlığından yakınmasını dinleriz. Böylece devam eder, küçücük yaşamımızı yaşarız bebeğim. İşte bunu kastediyorum. Başka bir şey değil."

"Tek bir gerçek yoktur. Pek çok gerçek vardır ve bunlar, dünyalar ve karşı-dünyalar, dünyalar ve gölge-dünyalar olarak birbirine paralel yürürler ve her bir dünyayı bir başka kişi rüyasında görür ya da onu hayal eder veya onu yazar. Her dünyayı başka bir akıl yaratır. "

Paul Auster - Karanlıktaki Adam

"Tinsel bir dünyadan başka bir şeyin bulunmadığı gerçeği elimizden umuduzu alır, ama bize bir kesinlik bağışlar."

Kafka - Aforizmalar


the state of mind // on the edge

mikroalem diyorum, burak'a. yakından bakmak gerekli, göremesen de bakmaya çalışmak gerekli. parmaklarımın ucunda sanki duvarlar, sınırlar var; dokunduğumda hissedemiyorum bazı zamanlar. son beş senede duyargalarımın köreldiğini hissediyorum, fazlaca hemhal olmakla, fazlaca yüz göz olmakla ilgili sanırım hayatla. hayatın içerisindeki gündelik pornografi, şiddet, içkin mücadeleler ve tüm bunlara dair kirli imgeler zihnime darbeler indiriyor; hissetme, ifade etme kabiliyetimi güdükleştiriyor. Out of sight, temporary. If you want to engage into, sure, you can any time, you can be an author of your own life. And if you have choices, you can establish your own stage, and you can act your performances with the actors/actresses whom you have chosen. This is, however, not your sight as you all hope for, even if your take the initiative. Sooner or later, you will be forgetten. All that remains is the shadowy image that you impose upon the people around your-self. Kafkavari umutsuzluklarla yazdıklarımın zihinlere bulaşmasını istiyorum bir gün. Burak bunun için gönüllü oldu, ben de ona bu konuda -izleklerini işleme hususunda- yardımcı olabilirim. Bir sürece girmiş bulunuyorum, resmi olarak beyan edemedim henüz, kendimi unutma ve unutturma yolunda adım atıyorum. "Ha İbrahim mi..." ünlemleri belki on onbeş sene sonra, gayet mülhem, aşinalık sadece bir ünlemde belirir. Nihilist değilim, eskisi kadar, anarşist salvolar belki üç-beş iktidarı sallayacak kadar; ancak bir sahaf saadeti beklemeyi umut ediyorum gerisinde. Tired of being, while you are doing. The ontological resistance, you may consciously or unconsciously deny for your own part, I have been pursuing for many years has dragged me along the recurrent theme of death. Not my own death, but the death of the condition of being human. Fakat, daha anlatacak hikayelerimiz var, on sene verin bize, burakçabaşibrahimkuran; sonrası iyilik sağlık, karanfil yaprağına esrar sararız.