Taraf Gazetesi Tarafını Belirlemiş - Engin Doğru - Kültürel Çogulcu Gündem - 4 Ocak 2010
Medya evrensel anlamda halkın doğru ve özgür haber alma hakkını sağlar. Evrenselin tanımı bu olsa da dünya üzerinde medyanın her zaman egemenler ve karşıtları anlamında bölündüğü de bir gerçekliktir. Bu bölünmeye rağmen medya etiği ve ilkeleri olarak kabul edilen bazı temel değer yargıları vardır. Bunların başında da barış ilkesi gelir. Medya savaş kışkırtıcılığı yapmaz.
Türkiye medyasına baktığınızda özgür ve sol medya dışında tüm haber ve yazılarda buram buram savaş kokmaktadır. Kürt sorunu karşısındaki duruşu resmi ideolojinin güdümünde inkâr ve imha anlayışı savunulur. Yaşanılan çatışmalı süreç boyunca bu anlayıştan şaşmayan medya çoğu zaman militarizmin tetikçiliğini yapmış, özel psikolojik savaşın figüranı olmanın dışına çıkamamıştır.
Türk medyasının bu açık pozisyonunda Kürtler arasında etkili olmamasından kaynaklı olarak ortaya çıkan ve demokrat liberal duruş iddiasında olan gazetelerde, tüm iddialarına rağmen savaşçı medyanın yedeğine düşmekten kurtulamamıştır. Son dönemlerde bu iddiayla ortaya çıkan Taraf gazetesi bunun en iyi örneğidir.
Taraf gazetesi manşet ve haberleri ile Türkiye’deki militarist anlayışı sorguluyor havasıyla kendini kabul ettirmeye çalışırken Kürt sorununa yaklaşımı ile tamamen militarizmin kucağına oturuyor. Bir yandan savaşı ve yarattığı çürümeyi ortaya koyarken asıl hedef olarak Kürt özgürlük hareketini vurmaya çalışıyor. Kürt halkının inandığı ve savunduğu değerleri karşısına alarak şaibe ve manipülasyon yaratıyor. Kürt hareketinin açıklamalarını dikkate almak yerine çarpıtarak ya da cımbızlayarak kafa bulandırmayı incelikle yapıyor. Yaşananların sorumlusu olarak bir tarafa askeri koyarken karşısına Kürt halkının siyasal iradesini koyarak ikisinden de kurtulmak gerekir algısını yaratmaya çalışıyor. “İki halkın düşmanı” manşetiyle Kürtlerin değerlerine küfreden Altan-Çongar yönetimindeki Taraf bu anlamıyla özel psikolojik savaşa tersten hizmet etmenin ötesine geçemiyor.
Gazeteyi bölgede yarı fiyatına satarak üstlendiği misyona hizmet etmek için fedakârlıktan çekinmiyor. Bir yandan batıyoruz derken bu özveri gayet şaibelidir. Nereden, kimin tarafından finanse edildiği belli olmasa da, bu yaklaşım dahi kararlılıklarını gösteriyor.
Taraf gazetesi kendine o kadar abartılı yaklaşıyor ki yer yer haddini aşan laflar etmekten de çekinmiyor. Gazetecilikten çok siyasi bir rakip pozisyonunda hareket ediyor. Haber ve köşe yazılarıyla Kürtlere akıl vermekten çekinmeyen bu gazetenin köşe yazarları hayal dünyasında yaşıyorlar. Bir bakıyorsunuz Yıldıray Oğur ”artık Kürt siyasetine Taraf çizgisi lazım, bölgede resmi gazete olan Günlük yerine Taraf dikkate alınıyor” diyor. Mehmet Baransu, “DTP ve Kürt hareketinden nefret ediyorum” diyor. Bu kadarla kalsa iyi; gazeteye topladıkları özgür basının kaçkınlarını tümü Taraf’ta akıl hocası olmuş Kürt siyaseti hakkında dâhiyane çözümlemeler yapıyor. Çokbilmiş, aklı kendine yetmez, dedikodu yazarı Kurtuluş Tayiz ferman çıkarıyor: “Artık Kürt halkı arkanızda durmaz. DTP Kandil’le arasına sınır koymadı, halk tepkili.”
Açık söylemeli: Taraf gazetesi Kürt halkının kafasını bulandırmak için özel bir misyonu yerine getiriyor. Son yapılan operasyonlara psikolojik zemin hazırlamıştır. “Şahinler-güvercinler” politikası ile hedef göstermiştir. Bu operasyonda Zaman gazetesi ve Yeni Şafak’la beraber özel görev üstlenmiştir, sorumluluğu vardır.
Sayın Altan giderek hayal kırıklığı yaratıyor. Demokrat olarak bildiğimiz Altan özgür basın kaçkınlarının yanlış yönlendirmesiyle mi, yoksa kendilerine misyon biçmeye çalışan kimi Kürt siyasetçilerinin çarpıtmalarıyla mı bilinmez, ama doğru bir yolda değil. Sayın Altan Kürt hareketine küfür etmek, içlerinde farklılıklar aramak ve yaratma çabası yerine kendinden beklenen dürüst gazeteciliği yapsın. Elbette kendi fikirlerini söyleme hakkına sahiptir, ama Kürt halkının iradesine de saygı göstersin. Bakalım Kürt siyasetçilerine “alçak” diyebilen Sayın Altan, Kürt seçilmişlerine dönük operasyonun siyasal sorumlularına aynı cesaretle karşılık verebilecek mi?
Kürtleri sorgulamak - Halil Berktay - Taraf- 26.12.2009
Bırakalım genelkurmay başkanını. “Son kriz”lerin geçen haftalardaki “sonuncusu”nun ardından çıkan bazı tartışmalara dönelim.
Bir kısım solcu, kapatma sürecinde DTP’nin (ve PKK’nın) kendi hatâ ve yanlışlarından söz edilmesine karşı. Neredeyse bunu Anayasa Mahkemesine hak vermekle bir tutuyorlar.
En azından bir kanadıyla, Emine Ayna ve benzeri şahinleriyle PKK’nın sözünden çıkamaması normal, demek. Açılım sürecinde kendini geri çekmek, orta zemindeki boşluğu (kasten) doldurmamak, parlamentoda grup dahi kurabilmiş bir siyasî parti olarak “bizi değil İmralı’yı muhatap alın” demek normal. Öcalan’ın hücresi küçüldü diye başlayan gösterilerin bölgeyi gerip kana bulaması da normal, çünkü (internette dolaşan bir yazının ifadesiyle) “yaşanan acılardan ötürü kontrol dahi edilemeyen bir halkın haklı öfkesini” yansıtıyor. Tokat Reşadiye baskınında yedi asker öldürüldüyse bu bile normal, çünkü (Roni Margulies, 16.12.09) “Türkiye’de savaş sürüyor... Pişmiş aş yok; kısık ateşin üzerine yeni konmuş bir tencere var.” Dolayısıyla PKK “olmayan” bir barış sürecini baltalamış sayılamaz.
Bu yapay, zorlama mantık, birincisi, savaşı doğallaştırmak yoluyla o savaşın “icap”larını karşı durulmaz gösteriyor. İkincisi, oluşmaya devam etmesi umulan siyasal konjonktürü yok sayıyor (kendi metaforunu kullanacak olursak, kısık ateşi dahi söndürmeyi mazur buluyor). Demin sözünü ettiğim internet yazısının bir başka yerinde ise “Kürtlerin yaşadıkları şiddet karşısında direnmekten başka bir seçenekleri yok” deniyor. Direnmek, illâ silâh mı demek ? Yazar bu noktayı es geçiyor. Ama diğer bir grup yorumcu, PKK olmasaydı Kürt meselesinin hiç gündeme gelmeyeceğinde israrlı. Buna göre, şiddet başarılı, çünkü Türkiye’ye Kürtlerin varlığı ancak bu yolla kabul ettirilebilmiş.
İmdi, yukarıdaki önermelerden herhangi biri veya birkaçına itirazınız varsa, bu “yıllardır Kürtlerin halinden anlamayan Türkler”den sayılmanıza yetiyor. Kimi Hürriyet yazarından farksız görülebilirsiniz, zalimin densiz kibri açısından. Mithat Sancar dahi PKK dışı Kürt demokratlarına seslenmeyi, devlet ile PKK arasındaki orta zeminde barışçı, demokratik bir siyaset aramayı “oryantalizm” ile bir tutmuş (17 Aralık). Bu, diyor, “PKK’nın Kürtler için ne anlama geldiği”ni düşünmemişliğin tezahürü. Bir gün önce Roni Margulies de hemen aynı sözcükleri kullanmış : “PKK’nin Kürtler için ne anlama geldiğini çakamamak” (16 Aralık).
Böylece Sancar ile Margulies, PKK ile Kürt tabanının ilişkisini sarsılmaz ve tartışılmaz farzetmek noktasında buluşuyor. İnternette benzer bir kabule daha rastladım. DTP’yi Meclisten çekilmemeye çağıran bir metne şöyle bir itiraz geldi : “DTP’nin kendisine oy veren seçmenin iradesini hakkıyla temsil ettiğini... düşünüyorum. DTP’li vekiller çok sahici... bir mücadelenin insana kazandırdığı siyasî sezgilere ve akla sahipler... Kitlesini bu kadar doğrudan temsil etmeyi başarmış bir yapı daha görmedim bu ülkede. Onun için... kararın kendilerine bırakılması en doğrusu.”
Acaba aynı ülkede mi oturuyoruz dedim kendi kendime, bu satırları okuduğumda. Ya da, Solun içinde birlikte yer aldığımız 30-40 yıllık trajedisinden nasıl oldu da bu kadar farklı sonuçlar çıkarabildik ? Bunca “liderlik kültü” tecrübesinden sonra, insan kendi bağımsız bilincini herhangi bir önderlik otoritesine böyle kayıtsız şartsız emanet edebilir mi ? Hele DTP’nin bütün bölünmüşlüğü ve zigzagları, hatâları alabildiğine ortadayken ? Mağduriyet, mağdurların her dediği ve yaptığını haklı mı kılar ? Etyen Mahçupyan enfes bir yazı yazdı tam bu konuda (Barışa lâyık olmak, 9 Aralık). Hiçbir yanlış anlama olmasın diye, iğneyi önce kendine batırdı. Ermeni diasporası adalete lâyık, dedi, ama Ermeni diasporasının siyaseti adalete lâyık değil. Benzer bir şekilde, “sadece Kürtlerin değil, Kürt siyasetinin de adalete ve barışa lâyık olması” gerektiğini vurguladı. Aynı çizgiyi sonraki üç yazısında da sürdürdü (16, 18, 20 Aralık). Gene Pazar günkü Taraf’ta, Murat Belge, Yıldıray Oğur ve Ayşe Hür de DTP ve Kürt siyaseti eleştirisini derinleştiriyor.
Hepsinin altına imzamı atarım, diyeceğim ama gereksiz artık. Zira DTP, maalesef sivil Kürt örgütleri veya Türk aydınlarının değil, Öcalan’ın isteğiyle Meclise döndü. Bu arada, Öcalan Tokat’ı da reddetti (ama bu sözleri sansürlendi). Gösteriler dursun dedi ve “halkın kontrol edilemeyen öfkesi” kalmadı. Öyleyse yukarıda sıraladığım bütün diğer apolojiler ve kâh DTP, kâh PKK güzellemeleri de ansızın ayazda kalmış olmuyor mu ?
Medya evrensel anlamda halkın doğru ve özgür haber alma hakkını sağlar. Evrenselin tanımı bu olsa da dünya üzerinde medyanın her zaman egemenler ve karşıtları anlamında bölündüğü de bir gerçekliktir. Bu bölünmeye rağmen medya etiği ve ilkeleri olarak kabul edilen bazı temel değer yargıları vardır. Bunların başında da barış ilkesi gelir. Medya savaş kışkırtıcılığı yapmaz.
Türkiye medyasına baktığınızda özgür ve sol medya dışında tüm haber ve yazılarda buram buram savaş kokmaktadır. Kürt sorunu karşısındaki duruşu resmi ideolojinin güdümünde inkâr ve imha anlayışı savunulur. Yaşanılan çatışmalı süreç boyunca bu anlayıştan şaşmayan medya çoğu zaman militarizmin tetikçiliğini yapmış, özel psikolojik savaşın figüranı olmanın dışına çıkamamıştır.
Türk medyasının bu açık pozisyonunda Kürtler arasında etkili olmamasından kaynaklı olarak ortaya çıkan ve demokrat liberal duruş iddiasında olan gazetelerde, tüm iddialarına rağmen savaşçı medyanın yedeğine düşmekten kurtulamamıştır. Son dönemlerde bu iddiayla ortaya çıkan Taraf gazetesi bunun en iyi örneğidir.
Taraf gazetesi manşet ve haberleri ile Türkiye’deki militarist anlayışı sorguluyor havasıyla kendini kabul ettirmeye çalışırken Kürt sorununa yaklaşımı ile tamamen militarizmin kucağına oturuyor. Bir yandan savaşı ve yarattığı çürümeyi ortaya koyarken asıl hedef olarak Kürt özgürlük hareketini vurmaya çalışıyor. Kürt halkının inandığı ve savunduğu değerleri karşısına alarak şaibe ve manipülasyon yaratıyor. Kürt hareketinin açıklamalarını dikkate almak yerine çarpıtarak ya da cımbızlayarak kafa bulandırmayı incelikle yapıyor. Yaşananların sorumlusu olarak bir tarafa askeri koyarken karşısına Kürt halkının siyasal iradesini koyarak ikisinden de kurtulmak gerekir algısını yaratmaya çalışıyor. “İki halkın düşmanı” manşetiyle Kürtlerin değerlerine küfreden Altan-Çongar yönetimindeki Taraf bu anlamıyla özel psikolojik savaşa tersten hizmet etmenin ötesine geçemiyor.
Gazeteyi bölgede yarı fiyatına satarak üstlendiği misyona hizmet etmek için fedakârlıktan çekinmiyor. Bir yandan batıyoruz derken bu özveri gayet şaibelidir. Nereden, kimin tarafından finanse edildiği belli olmasa da, bu yaklaşım dahi kararlılıklarını gösteriyor.
Taraf gazetesi kendine o kadar abartılı yaklaşıyor ki yer yer haddini aşan laflar etmekten de çekinmiyor. Gazetecilikten çok siyasi bir rakip pozisyonunda hareket ediyor. Haber ve köşe yazılarıyla Kürtlere akıl vermekten çekinmeyen bu gazetenin köşe yazarları hayal dünyasında yaşıyorlar. Bir bakıyorsunuz Yıldıray Oğur ”artık Kürt siyasetine Taraf çizgisi lazım, bölgede resmi gazete olan Günlük yerine Taraf dikkate alınıyor” diyor. Mehmet Baransu, “DTP ve Kürt hareketinden nefret ediyorum” diyor. Bu kadarla kalsa iyi; gazeteye topladıkları özgür basının kaçkınlarını tümü Taraf’ta akıl hocası olmuş Kürt siyaseti hakkında dâhiyane çözümlemeler yapıyor. Çokbilmiş, aklı kendine yetmez, dedikodu yazarı Kurtuluş Tayiz ferman çıkarıyor: “Artık Kürt halkı arkanızda durmaz. DTP Kandil’le arasına sınır koymadı, halk tepkili.”
Açık söylemeli: Taraf gazetesi Kürt halkının kafasını bulandırmak için özel bir misyonu yerine getiriyor. Son yapılan operasyonlara psikolojik zemin hazırlamıştır. “Şahinler-güvercinler” politikası ile hedef göstermiştir. Bu operasyonda Zaman gazetesi ve Yeni Şafak’la beraber özel görev üstlenmiştir, sorumluluğu vardır.
Sayın Altan giderek hayal kırıklığı yaratıyor. Demokrat olarak bildiğimiz Altan özgür basın kaçkınlarının yanlış yönlendirmesiyle mi, yoksa kendilerine misyon biçmeye çalışan kimi Kürt siyasetçilerinin çarpıtmalarıyla mı bilinmez, ama doğru bir yolda değil. Sayın Altan Kürt hareketine küfür etmek, içlerinde farklılıklar aramak ve yaratma çabası yerine kendinden beklenen dürüst gazeteciliği yapsın. Elbette kendi fikirlerini söyleme hakkına sahiptir, ama Kürt halkının iradesine de saygı göstersin. Bakalım Kürt siyasetçilerine “alçak” diyebilen Sayın Altan, Kürt seçilmişlerine dönük operasyonun siyasal sorumlularına aynı cesaretle karşılık verebilecek mi?
Kürtleri sorgulamak - Halil Berktay - Taraf- 26.12.2009
Bir kısım solcu, kapatma sürecinde DTP’nin (ve PKK’nın) kendi hatâ ve yanlışlarından söz edilmesine karşı. Neredeyse bunu Anayasa Mahkemesine hak vermekle bir tutuyorlar.
En azından bir kanadıyla, Emine Ayna ve benzeri şahinleriyle PKK’nın sözünden çıkamaması normal, demek. Açılım sürecinde kendini geri çekmek, orta zemindeki boşluğu (kasten) doldurmamak, parlamentoda grup dahi kurabilmiş bir siyasî parti olarak “bizi değil İmralı’yı muhatap alın” demek normal. Öcalan’ın hücresi küçüldü diye başlayan gösterilerin bölgeyi gerip kana bulaması da normal, çünkü (internette dolaşan bir yazının ifadesiyle) “yaşanan acılardan ötürü kontrol dahi edilemeyen bir halkın haklı öfkesini” yansıtıyor. Tokat Reşadiye baskınında yedi asker öldürüldüyse bu bile normal, çünkü (Roni Margulies, 16.12.09) “Türkiye’de savaş sürüyor... Pişmiş aş yok; kısık ateşin üzerine yeni konmuş bir tencere var.” Dolayısıyla PKK “olmayan” bir barış sürecini baltalamış sayılamaz.
Bu yapay, zorlama mantık, birincisi, savaşı doğallaştırmak yoluyla o savaşın “icap”larını karşı durulmaz gösteriyor. İkincisi, oluşmaya devam etmesi umulan siyasal konjonktürü yok sayıyor (kendi metaforunu kullanacak olursak, kısık ateşi dahi söndürmeyi mazur buluyor). Demin sözünü ettiğim internet yazısının bir başka yerinde ise “Kürtlerin yaşadıkları şiddet karşısında direnmekten başka bir seçenekleri yok” deniyor. Direnmek, illâ silâh mı demek ? Yazar bu noktayı es geçiyor. Ama diğer bir grup yorumcu, PKK olmasaydı Kürt meselesinin hiç gündeme gelmeyeceğinde israrlı. Buna göre, şiddet başarılı, çünkü Türkiye’ye Kürtlerin varlığı ancak bu yolla kabul ettirilebilmiş.
İmdi, yukarıdaki önermelerden herhangi biri veya birkaçına itirazınız varsa, bu “yıllardır Kürtlerin halinden anlamayan Türkler”den sayılmanıza yetiyor. Kimi Hürriyet yazarından farksız görülebilirsiniz, zalimin densiz kibri açısından. Mithat Sancar dahi PKK dışı Kürt demokratlarına seslenmeyi, devlet ile PKK arasındaki orta zeminde barışçı, demokratik bir siyaset aramayı “oryantalizm” ile bir tutmuş (17 Aralık). Bu, diyor, “PKK’nın Kürtler için ne anlama geldiği”ni düşünmemişliğin tezahürü. Bir gün önce Roni Margulies de hemen aynı sözcükleri kullanmış : “PKK’nin Kürtler için ne anlama geldiğini çakamamak” (16 Aralık).
Böylece Sancar ile Margulies, PKK ile Kürt tabanının ilişkisini sarsılmaz ve tartışılmaz farzetmek noktasında buluşuyor. İnternette benzer bir kabule daha rastladım. DTP’yi Meclisten çekilmemeye çağıran bir metne şöyle bir itiraz geldi : “DTP’nin kendisine oy veren seçmenin iradesini hakkıyla temsil ettiğini... düşünüyorum. DTP’li vekiller çok sahici... bir mücadelenin insana kazandırdığı siyasî sezgilere ve akla sahipler... Kitlesini bu kadar doğrudan temsil etmeyi başarmış bir yapı daha görmedim bu ülkede. Onun için... kararın kendilerine bırakılması en doğrusu.”
Acaba aynı ülkede mi oturuyoruz dedim kendi kendime, bu satırları okuduğumda. Ya da, Solun içinde birlikte yer aldığımız 30-40 yıllık trajedisinden nasıl oldu da bu kadar farklı sonuçlar çıkarabildik ? Bunca “liderlik kültü” tecrübesinden sonra, insan kendi bağımsız bilincini herhangi bir önderlik otoritesine böyle kayıtsız şartsız emanet edebilir mi ? Hele DTP’nin bütün bölünmüşlüğü ve zigzagları, hatâları alabildiğine ortadayken ? Mağduriyet, mağdurların her dediği ve yaptığını haklı mı kılar ? Etyen Mahçupyan enfes bir yazı yazdı tam bu konuda (Barışa lâyık olmak, 9 Aralık). Hiçbir yanlış anlama olmasın diye, iğneyi önce kendine batırdı. Ermeni diasporası adalete lâyık, dedi, ama Ermeni diasporasının siyaseti adalete lâyık değil. Benzer bir şekilde, “sadece Kürtlerin değil, Kürt siyasetinin de adalete ve barışa lâyık olması” gerektiğini vurguladı. Aynı çizgiyi sonraki üç yazısında da sürdürdü (16, 18, 20 Aralık). Gene Pazar günkü Taraf’ta, Murat Belge, Yıldıray Oğur ve Ayşe Hür de DTP ve Kürt siyaseti eleştirisini derinleştiriyor.
Hepsinin altına imzamı atarım, diyeceğim ama gereksiz artık. Zira DTP, maalesef sivil Kürt örgütleri veya Türk aydınlarının değil, Öcalan’ın isteğiyle Meclise döndü. Bu arada, Öcalan Tokat’ı da reddetti (ama bu sözleri sansürlendi). Gösteriler dursun dedi ve “halkın kontrol edilemeyen öfkesi” kalmadı. Öyleyse yukarıda sıraladığım bütün diğer apolojiler ve kâh DTP, kâh PKK güzellemeleri de ansızın ayazda kalmış olmuyor mu ?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder