17 Kasım 2011 Perşembe

sakatlık çalışmaları

Sakatlık Çalışmalarına Bir Katkı

Türkiye'de sakatlık mevzuu sosyal bir olgu olarak akademik camiada ve toplumsal bir konu olarak da politik alanda yıllar yılı yok sayıldı. Özellikle eşcinseller, kadınlar ve farklı etnisiteden olanlar entelijansiyanın ve zulme karşı tavır alma iddiasında olan kişi ve örgütlerin ilgi alanına görece kolay girebiliyorken, Türkiye'nin ve dünyanın neredeyse her yerinde benzer sistematik şekilde ayrımcılığa uğrayan ve dışlanan sakatlar söz konusu olduğunda herkesin üç maymunu oynaması, bence üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir durumdur. Oysa 1970'lerden bu yana Amerika ve Avrupa'daki politik alanda çok ciddi bir Sakat Hareketi ve akademide de Sakatlık Çalışmaları adıyla kendine yer edinen önemli bir literatür var...

Şunu söylemek istiyorum, yahu, kimse mi merak etmedi sakatlık konusunu?

Nasıl oldu da Türkiye'de toplumsal-politik bir durum/kimlik olarak sakatlık konusu insan ve toplum bilimlerinin dikkatini çekmedi? Sakatlığın sadece kişisel bir trajedi olarak algılanmasında ve tıp biliminin uzmanlarının da bu trajediyi sonlandırma gücünü elinde bulunduran iktidar grubu olarak konumlanmasında bir terslik olduğunu kimse düşünmedi mi sahiden?

İnsanın kendine yabancılaştırılması; insanın kendi bedenini düzeltilmesi gereken bir "ucube" olarak görmesi, yaftalanan "anormal"liği üzerinden "normal"in kurgulanmasına araç kılınması vs. hiç mi "ilginç" değil?

Bedenlerimizin elimizden alınarak "toplumsal olarak inşa" ediliyor olması, üzerinde düşünülmesi, tarihsel izi sürülmesi gereken bir konu gibi görünmüyor mu?

Eğitim ve istihdam politikalarıyla; kentlerin ve mekânların herkes için uygun yapılmıyor olmasıyla sakatların sistemli bir şekilde dışlanıyor olması toplumsal bir soruna işaret etmiyor mu?

Tıpkı heteroseksüelliğin "normal" homoseksüelliğin ise "anormal" sayılması gibi, sağlam-bedenliliğin de "doğal" olarak dayatılması tanıdık gelmiyor mu? Ya Sakatfobi? Toplumsal Sakatlık kavramı feministlere bir şey çağrıştırmıyor mu? Sol çevreler kapitalizmin yükselişi ile sakatlık ideolojisinin inşası arasında bir bağ kuramaz mı?

Yıllardır bu ve benzeri soruları soruyorum kendi kendime ve doğrusu yakın zamana kadar da cevaplar hep canımı sıkıyordu. Ama son yıllarda bu durum olumlu yönde değişmeye başladı; Sakatlık Çalışmaları alanında araştırmalar yapan ve yayınlar sunan sosyolog arkadaşlarımız var artık. Bana bu yazıyı yazdıran da böylesi bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkan Sakatlık Çalışmaları (Sosyal Bilimlerden Bakmak) isimli bir çeviri derlemesinin Koç Üniversitesi Yayınları'ndan yayınlanmış olması. Sakatlık konusunda düşünmeye ve yazmaya çalışan biri olarak ne kadar heyecanlandığımı ve derlemeyi ne kadar kıymetli bulduğumu söylememe gerek var mı, bilmiyorum...

Derlemeyi yapan Dikmen Bezmez, Koç Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde; Sibel Yardımcıve Yıldırım Şentürk, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesi olarak çalışıyor. Kitabın girişinden alıntılarsam, "Bu derlemenin amacı, Sakatlık Çalışmaları [Disability Studies] başlığı altında şekillenen, ve görece yeni olan bir araştırma alanıyla ilgili güncel tartışmaları ve literatürü Türkiye'deki okuyucuya tanıtmak".

Bu bağlamda, sakatlık çalışmaları alanındaki temel tartışmaları büyük oranda yansıtabilecek bir yelpaze oluşturmak düşüncesiyle farklı yazarlara ait yirmi bir makale** beş ayrı başlık altında bir araya getirilmiş: 1) Sakatlığa Kuramsal Yaklaşımlar, 2) Tarihte Sakatlık, 3) Dışlama/Dahil Etme Süreçleri, 4) Sakat Hareketi, 5) Sakatlık ve Kimlik.

Yaklaşık 600 sayfadan oluşan kitap her ne kadar akademik makalelerden oluşuyor olsa da meraklı ve hevesli kişilerin okumasına mani ağır bir dili olmadığını söylemeliyim.

"Umuyoruz ki bu derleme sadece sakatlık çalışmaları alanında değil, aynı zamanda sosyal bilimlerin farklı dallarında, özellikle queer, kadın, ırk, etnisite çalışmaları alanlarında da okuyan ve üreten kişilere katkı sağlar."

Israrla tavsiye ediyorum; okudukça göreceksiniz ki sakatlık hiç de öyle bildiğimiz/zannettiğimiz şey değil; ve sakatların kurtuluşu aslında "sağlam-bedenleri" de özgürleştirecektir.


...

Bu konuda, okunmaya değer makaleler:

Sibel Yardımcı, Sakatlık ve Mekan İlişkisi Üzerine, http://www.planlama.org/new/kose-yazilari/sakatlik-ve-mekan-iliskisi-uzerine-sibel-yardimci.html

Sakatlık kavramı üzerine, bu yazının sonuna, Sibel Yardımcı şöyle bir not düşmüş: "Terminoloji konusunda... Küçükaslan’a göre, bir şeyi “özürlü” olarak nitelediğimizde, o şeyin değerini başka bir “bütün” ile kıyaslamış ve onu değersizleştirmiş oluyoruz. Oysa insan olmaktan kaynaklan değeri, bedenleri ve zihinleri mukayese ederek azaltmaya kimsenin hakkı yok. “Engelli” kelimesi ise, “engelli” olma durumunu kişiye atfediyor. Oysa bizler, toplumsal yapıdan kaynaklandığını savunuyoruz. “Sakat” kelimesini ise, bu sıraladığımız anlamları nispeten içermediği, daha çok bir hal tespiti yaptığı için ve biraz da “sakat” sözcüğüne olumsuz anlam yükleme eğiliminde olan toplumsal anlayışa inat tercih ediyoruz."

12 Temmuz 2011 Salı

yıldönümü vesilesiyle







yayınlanmamış bir yazım

Hatip Dicle Olayı ve “Çoğunluk” Demokrasisi

KCK operasyonları ile başlayan ve meşru Kürt siyasetinin aşındırılması ile devam eden süreçte, Hatip Dicle'nin vekilliğinin YSK tarafından düşürülmesi, Kürtlere karşı işlenen demokrasi cürmünü, gayrı-demokratik tavrı şüphesiz daha aşikar hale getirmiştir. Fakat, Dicle vakasını münferitleştirmemek –ki egemen bakış açısından bu ülkedeki her ayıp, her zulüm münferittir- ve bu vakaya Türkiye'de hakim olan genel siyasal temayüller üzerinden bakmak elzemdir. Seçim öncesinde, ev baskınları ve Kürt öğrencilerin gözaltına alınması, Kürt-sosyalist bloğun örgütlenmesinin zora sokulması, blok adaylarının söyleme-eyleme haklarının yokuşa sürülmesi, mitinglerin “güvenlik gerekçeleri” ile mütemadiyen baskılanması; seçim sonrasında, egemenlerin Kürt-sosyalist bloğa karşı tehditkar tutumu ve nihayetinde “kaderi yasaklı” bir Kürt politikacısı olan Hatip Dicle'nin vekilliğinin düşürülmesi. Tüm bu tahakküm süreçlerini, onlarca senedir memleket ruhuna sirayet eden Kemalist vesayete ya da yeni hegemonik İslamcılığa izafe ederek kestirmeden açıklama yapabiliriz. Fakat hakikatinde şuna dikkat etmek gerekir ki, tüm bu ayrımcı süreçler ve pratikler, Türkiye'de hakim olan siyasal aklın ya da siyasi işleyişin farklı vecheleri olarak karşımızda duruyor. On yıllardır memleket sathının üzerinde demoklasin kılıcı gibi sallanan bu siyasal akıl yahut işleyiş, “çoğunluk demokrasisi sorunu” (ya da majoritarianism) olarak tanımlanabilir.

Basit bir önermeyle ifade edecek olursak, çoğunluk demokrasisinde çoğunlukta olan unsur belirleyicidir, çoğunlukta olan konsensus aramak derdinde değildir. Nitekim çoğunluğa sırtını dayayan siyasal aktörler yahut gruplar, kendi pozisyonlarının meşruiyetini (yasal olanın meşru olana dönüşmesi) baştan kabul ettirmiş olur. Çoğunluğu türlü yollarla (“karizma” liderden tutun “sadaka” nevinden sosyal yardımlara kadar) arkasına alan iktidar odakları, azınlıkta kalanların sözlerine-eylemlerine itibar etmez olur. Nitekim çoğunlukta olmanın kendinden menkul meşruiyeti, muhalif sesleri ehemmiyetsiz ve etkisiz kılar. Seçimlerden sonra, yani iktidar koltuklarına oturduktan sonra, ortada “hallolunması gereken” bir mesele dahi kalmamıştır (mevcut iktidar örneğinde, görünen o ki, Kürt açılımı bu saatten sonra geçer akçe değildir, Kürt açılımının bir önemi kalmamıştır). Çoğunluğun söylediği-eylediği seçimlerden sonra, demokrasi gereğince, artık “dokunulmaz” bir hakikat sayılır, nitekim çoğunlukta olan “halkın iradesi”dir. (Bu noktada, A. Nesin'in yüzde altmış söyleminin bu yazının muhatabı olmadığını, çiğ bir populizm eleştirisinden kaçınmanın her daim zaruri olduğunu söylemek gerek.)

Dolayısıyla, çoğunluk demokrasisi perspektifinden, Kürtlerin, sosyalistlerin ve Türkiye'de azınlıkta kalan diğer grupların parlementer-demokratik sisteme dahil edilip edilmemesi, mevcut iktidar açısından bir sorun teşkil etmez. Çoğunluğun seçtiği mevcut iktidar sahipleri, parlementer-demokratik koltuklarına zaten oturmuşlar. Kürtler yahut sosyalistler zulme uğramış, gadre uğramış; iktidar açısından ne gam ne keder. Mevcut iktidar isteseydi, elbette seçim sistemini “demokratikleştirebilirdi,” seçim barajını kaldırırabilirdi, seçim yasasını revize edebilirdi. Fakat arkasına aldığı çoğunluktan emin olan, çoğunlukta olmaktan ilham alan iktidar buna gerek duymadı. Nitekim muhalif temayyüllerin sistem dışında kalması, mevcut iktidarın söz-eylem alanını artırırdı.

Şunu teslim etmek gerek: İktidarda olanlar ancak demokratsa zulme göz yummaz. İktidarda olanlar ancak vicdanlarının sesini dinliyorlarsa daha “adil bir düzen” hayal ederler. Şu an iktidarda olanlar, çoğunluk demokrasisinin ötesine geçip, adalet arasalardı Kürtlerin uğradığı gadre ve zulme göz yummazlar, bir halkın on yıllardır süren çığlıkları karşısında kulaklarını tıkamazlardı. Şu an iktidarda olanlar “ancak bana demokrasi” demeselerdi, Kürtlere ve sosyalistlere yapılan zulme razı gelmezler, sessiz kalmazlardı. Nitekim, sükut ikrardan gelir, sessiz kalmak zulmü onaylamaktır. Böyle bakınca, mesele sadece Hatip Dicle meselesi değildir, Kürt halkının ve sosyalistlerin iradesinin yok sayılmasıdır. Mevcut iktidar, Kürtlere ve sosyalistlere yapılan zulüm karşısında hiçbirşey yapamıdıysa, hiç olmazsa vicdanı elverdiğince “buğz” edebilirlerdi. (Nitekim, Peygamber şöyle der, “bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse kalbinizle buğz edin.”)

11 Temmuz 2011 Pazartesi

yeni kitap: modernliği dokumak - hayat aşk emek

kimberly hart kültürel antropolog, aynı zamanda etnografik film yapımcısı. kadın kimliği, yerel ekonomik dönüşümler ve modernite ekseninde türkiye'de saha çalışmaları yapmış maerikalı bir antropolog. ege'nin bir köyünde halı dokuma tezgahlarında çalışmış, gördüğünüz anlatıyı yazmış. kitabın basılmasını sağlayan koç üniversesi yayınlarına da bu vesileyle şükranlarımı sunuyorum.

[Arkakapak'tan] Amerikalı antropolog Kimberly Hart'ın Batı Anadolu'nun Yuntdağ bölgesinde yürüttüğü araştırmaya yaslanan bu kitap, kırsal bir yörede gelenek ve modernliğin kurgulanması, kalkınma projelerinin toplumsal dönüşümde oynadığı rol, evlilik ritüelleri ve akrabalık ilişkileri, kente göç, sosyo-ekonomik farklılıkların oluşturduğu kaygılar ve bunların dini pratiklere yansıması gibi farklı olguları ele alıyor. Kitap, Doğal Boya Araştırma ve Geliştirme Projesi'nin (DOBAG) yürütüldüğü bir halı dokuma kooperatifinin yer aldığı Örselli köyünde Kimberly Hart'ın "katılımcı-gözlemci" olarak on yıl (1998-2008) sürdürdüğü etnografik araştırmalara dayanan bir dizi makaleden oluşuyor. Kooperatifin gelişimi ve gerilemesi, köyde toplumsal hafıza ve gelenek fikrinin kurgulanması, toplumsal cinsiyet, iktidar ve hane ilişkileri ve İslami pratikler kitabın farklı bölümlerinin ana temaları arasında. Hart'ın hem köylüler gibi giyinen ve Türkçe konuşan birisi olarak "onlardan biri," hem de Amerikalı bir araştırmacı sıfatıyla "yabancı" bakış açısından gözlemlerine dayanan bu eser, antropoloji, sosyoloji ve ilgili sosyal bilim dallarında çalışan akademisyenler ve öğrenciler için önemli bir kaynak. Kitap, Batı Anadolu'nun kırsal bir yöresindeki gündelik yaşama dair bilgi edinmek isteyen okuyucuların da ilgisini çekecek nitelikte.

31 Mayıs 2011 Salı

sareri hovin mernem

ermenicesi:

sareri hovin mernem
hovin mernem, hovin mernem,
im yari boyin mernem,
boyin mernem,boyin mernem

gaynel em, kal chem garogh,
kal chem garogh, kal chem garogh.
ltsvel em, lal chem garogh,
lal chem garogh, lal chem garogh.

mi dari e chem desel
desnoghi, yar, achkin mernem
kedereh chur chen perum,
kezanits lour chen perum

chlini seret sarel eh?
ko sereh yar, zur chen perum
gaynel em kal chem garogh
kal chem garogh kal chem garogh.

ltsvel em, lal chem garogh,
lal chem garogh, lal chem garogh.
mi dari e chem desel
desnoghi, yar, achkin mernem

türkçesi:

dağların rüzgarına öleyim
yarimin boyuna öleyim
bir yıldır ki görmemişim
görenin gözüne öleyim

durmuşum gelemiyorum
dolmuşum ağlayamıyorum
bir yıldır ki görmemişim
görenin gözüne öleyim

kaynak: ekşisözlük

29 Mayıs 2011 Pazar

mekan ve kapitalizm üzerine

Azad Gündoğan, bianet, 3 Mayıs 2008, yazının orjinaline buradan ulaşabilirsiniz.

Şimdi ve Burada: Şehirleri Geri Almak, An(ı)lara Sahip Çıkmak

Toplumsal teoride mekan, tam olarak görmezden gelinmiş diyemesek de maddi yaşamın bir arkaplanı, tüm insan gerçekliğinin içine konduğu bir kap ya da bir kutu olarak ele alınageldi. Halbuki, 1990'larda birçok coğrafyacı, kent sosyoloğu ya da mimar, Fransız düşünür Henri Lefebvre'den aldıkları ilhamla mekanın bu şekil bir sahne olmaktan ziyade insan gerçekliğinin bir ürünü, onu şekillendiren ve onun tarafından şekillendirilen dinamik, çelişki ve çatışmalarla dolu bir toplumsal ürün olduğunu söylediler. Lefebvre'e göre kapitalist birikim çağında modern kent toplumsal mekan üretiminin aldığı yeni şekil oldu.Modern kentin birçok açıdan farklı okuması yapıldı. Friedrich Engels, İngiliz İşçi Sınıfının Koşulları adlı çalışmasında İngiliz sanayii kentlerine bakarak kapitalist birikim sürecinde işçi sınıfının nasıl gayri-insani koşullarda yaşamaya zorlanarak gettolara itildiğini gösterdi. Diğer yandan Walter Benjamin, Henri Lefebvre ve Guy Debord kapitalizmin farklı dönemlerinde gündelik yaşamın kentsel mekanda değişim değeri, metalaşma ve tüketim tarafından nasıl kolonize edildiğinden söz ettiler.

Kapitalist ilişkiler sadece işyerinde mi?

İnsan ilişkilerinin her alanına nüfuz etmiş olan ve parayla vücut bulan değişim değerinin farklı veçhelerini gösterdiler bize. İnsanların sadece kitlesel olarak üretmediğini, ancak onları kitlesel olarak tüketmeye de iten bir ideolojik bombardıman altında olduklarını söylediler. Kendisi de metalaşmış olan mekan, mistikleşmiş, fetişize olmuş değişim değeri temelli toplumsal ilişkiler bütünüdür artık.Fakat, kullanım değeri temelli, insani, sömürü içermeyen gündelik yaşam pratikleri hükmünü tamamen kaybetmiş midir, yoksa bakmasını bilmek mi gerekir? Mekan-gündelik yaşam ilişkisine bakmak, kapitalist/ataerkil eşitsizlik ilişkileri üzerindeki sembolik peçeyi kaldırıp, görünenin altındaki asıl ilişkileri görünür kılmamıza yardım edecektir.Gündelik yaşam bu bakan gözden gizlenmiş kapitalist ilişkilerin salt işYERindeki işçi-patron ilişkisi ile sınırlı olmadığını, ta haneye dek girdiğini, sokakta, kahvede, okulda, askerdeyken, her yerde olduğunu gösterir bize. Eşitsizlik ve sömürü, bunların getirdiği çelişki ve çatışma işte bu gündelik "anlarda" gizlidir.

Mekan şimdi, burada sömürülür

Dolayısıyla, ileride bir zamanda patlayacak olan bir devrim anına değil, "şimdiye" ve "buraya" bakmak gerek. İnsanlık tarihi bu patlama anlarıyla dolu; zira mekan dediğimiz toplumsal ilişkiler bütünü içinde, şimdi ve burada sömürülür, baskı altında tutulur, dövülür, tecavüze uğrar ya da öldürülürüz.Ancak işte yine burada ve şimdi kafa tutar, ayağa kalkar, dayanışır, sesimizi yükseltir, iktidarla dalga geçeriz. İktidar da bunu bilir ve mekan ve yer üzerinden de bizimle müzakerede bulunur. Heykeller diker, sokaklara adlar verir, bizi gecekondulara iter, sonra gecekondularımızı yıkar, ya da Taksim meydanını bizlere yasaklar; 1 Mayıs'ı kutlamayalım, 1977'yi hatırlamayalım diye otobüsleri, metroları kapatır.Aynı Taksim meydanı iktidarın tehdit algılamadığı, bizzat üzerinde inşa olduğu değerlerin yeniden üretildiği başka kullanımların da yeridir. Yılbaşlarında kadınların topluca taciz edildiği, maç çıkışlarında milliyetçi gösterilerin yapıldığı yerdir de aynı zamanda.

Milliyetçi, piyasacı, erkek değerler...

Mekan bir sahne değildir, bir "şey" değildir, bir toplumsal ilişkiler bütünüdür. Bu ilişkiler üzerinde yükselen bir semboldür ve hafızadır, hatırlamaktır. Bu yüzden Taksim'i hatırlamak, direnmek, Tuzla'daki işçilere "burdayız, sizi ölüme iten piyasaya hayır diyoruz" demek için, Hrant Dink'i unutmamak için, linç edilen Kürtleri unutmamak için önemlidir.Taksim meydanının simgelediği, bize dayatılan her türlü milliyetçi, piyasacı, erkek değerlere hayır demenin, bunları reddedip alaşağı etmek bu nedenle önemlidir. Mekan salt bir sahne değildir, onu biz yaratırız. Dolayısıyla ne Taksim meydanı, ne Tuzla, ne Gebze, ne Diyarbakır ne de Valinin sultasına almaya çalıştığı İstanbul salt bir yer, bir şehir değil.Buralar hatırlanması gereken bu tür kafa tutma "anlarının" mekanları. Şehir, sadece kapitalizm canavarının mağarası, bizleri topluca kapattığı bir kafes değil, umudun, dayanışmanın da mekanı. Dolayısıyla şehire olan hakkımızı talep etmeli ve şehrimizi, tüm an(ı)larıyla geri almalıyız, yediğimiz coplara, soluduğumuz biber gazına inat.

19 Mayıs 2011 Perşembe

iki yakışıklı kitap

ilgilisine, leyla neyzi, nasıl hatırlıyoruz, türkiye'de bellek çalışmaları kitabıyla önemli bir literatür boşluğunu dolduruyor. bilhassa, hafıza çalışmaları ile iştigal etmeye yeni başlamış okuyucuya, toplumsal hatırlama ve unutma biçimleri üzerinde kafa yoranlara tavsiye olunur.

sezgi durgun, memalik-i şahane'den vatan'a adlı eseriyle yine türkiye'de ihmal edilmiş bir alana eğilmiş: milliyetçiliğin mekan üzerinden tahayyül edilmesi ve inşa edilmesi. türkiye'de mekan çalışmalarına yeterince özen gösterilmediğini vurgulamak gerek. oysa iktidar ilişkilerinin kurulması en sarih biçimde mekandaki imgeler, semboller ve figürler üzerinden okunabilir. tabii mekanı her zaman somutlamamak gerekir. bahsi geçen mekan "vatan" kavramsallaştırmasında olduğunu gibi, "hafıza mekanları"nda olduğu gibi metaforik bir olgu aynı zamanda. mekan bir mücadele alanı.

17 Mayıs 2011 Salı

murat uyurkulak'a saygı duruşu [söyleşi]

Burcu Aktaş, Radikal Kitap, 6 Mayıs 2011

Herkes ondan bir roman bekliyordu, o öyküleriyle çıktı karşımıza. Roman da gelecek ama her şey sırayla. Şimdi önümüzde ‘Bazuka’ var. Hele bunu bir hazmedelim, saklayalım aklımızın, kalbimizin nadir yerlerinde... Sonrası için yazarın kalem tutan ellerinin ve güzel aklının sağlığına duacıyız... Murat Uyurkulak’ın dokuz öykülük ‘Bazuka’sında, Uyurkulak üslubu, romantizm, acı, ironi, travma, şiddet, yoksulluk ve elbette mağlubiyet var. Vaktiyle Murat’ın yolu Diyarbakır’dan geçtiğinden midir, tutup ‘Bazuka’yı bir Diyarbakır türküsünün içindeki iki cümleyle daha doğrusu iki duyguyla eşdeğer buldum. En çok kendine zararı olan bir okur olarak bu benim kendi kararım. ‘Bazuka’nın bendeki yansıması... Kırklar Dağı’nın Düzü’nde şöyle der ya: “Kırklar Dağı’nın düzü, ziyaret çarptı bizi.” Ben ‘Bazuka’ya ziyarete gittim ve bu ziyaret beni çarptı. Çarpılanlar için hayat artık eskisi gibi olmaz. Bundan sonraki hayatımın müsebbibi Murat Uyurkulak’tır, bu böyle bilinsin. Türküde geçen ikinci cümle ya da duygu ise adamı iflah etmeyecek türden. Murat’ın yaptığı da... “Saçlarıma kumlar doldu. Tarak getir sen tara.” Dünyanın en romantik eylemlerinden biridir bu benim için. Ama bu, içinde acı barındıran bir romantizm çünkü bunu yapması istenen insan artık yoktur. ‘Bazuka’daki öykülerin içindeki romantizm de (sadece aşk romantizminden bahsetmiyorum elbette) işte tam da bu cümleyle eş... Yani ‘Bazuka’ acı romantizme teşne... Bu duygularla boğuşmamı sağlayan Murat Uyurkulak öyle kolay kurtulamazdı elimden. Gittim peşinden... Sorularım vardı ona. Hayatı, ‘asabi kırılganlıkları’, mağlupları ve ‘Bazuka’nın öykülerini konuştuk...

Murat Uyurkulak metinlerini düşününce benim aklıma şu üç şey geliyor: İronik, travmatik, göndermeleri eksik olmayan…
Belki samimi bir yazar olmadığımdan, edebiyata tam bir sadakat hissedemediğimden hep bir şeylere bağlama, bir yerlere gönderme ihtiyacı duyuyorumdur. Bilmiyorum, kendi yazdıklarımla ilgili bu tür nitelemeleri ben de senden veya başkalarından öğreniyorum. Kendi yazdıklarıma belli bir mesafeden bakamıyorum, bakmaya çalıştığımda da ne gördüğümden, ne anladığımdan emin olamıyorum.

Bir de ‘mağlup’ durumu var tabii. Olayları, hikâyeleri mağlupların gözünden anlatmak sana niye çekici geliyor?
Anlatmanın başka bir yolunu bilmiyorum. Mağlupları akvaryumdaki balıklar gibi dışarıdan gözlemleyip tahlil ederek yazmıyorum. Zira ben de on yedi yaşından beri it gibi çalışan bir mağlubum, akvaryumun içindeyim yani. Öte yandan böyle olmak yazana otomatik bir artı veya eksi katmaz bence. Nasıl yaşadığın, nereden geldiğin değil, ne yazdığın önemli. İyiyse iyidir, değilse değildir.

Şimdi sen böyle söyleyince aklıma şu geldi. Yıldırım Türker, ‘Tol’ ile ilgili yazdığı bir yazıda “asabi bir kırılganlıkla karşımıza dikiliyor” olduğunu söylüyordu. Asabi bir kırılganlığın var mı? Bunun hayata karşı duyduğun en büyük itiraz olduğunu söyleyebilir miyiz?
Asabi olduğum söylenebilir, kırılganlıkla ilgiliyse bir şey diyemem. İnsanların ekserisinden daha kırılgan olduğumu sanmıyorum. Kırılgan olmak başka bir ruh durumu sanki, başkaları adına hakikaten ıstırap çekebilmekle, başkaları adına utanç duyabilmekle, insanlar için fedakârlık yapabilmekle alakalı bir şey. Ben o kadar ıstırap da utanç da duymuyorum, hayatımı idame ettirmeye çalışmak haricinde pek fazla şey yaptığımı, asil fedakârlıklarla iştigal ettiğimi söyleyemem. İtiraz meselesine gelince, en büyük itirazımın kitap yazmak şeklinde değil, pankart veya duvarlara yazı yazmak şeklinde tezahür etmesini yeğlerdim. O kadarına nefesim yetmedi…

2005’te, Radikal Kitap’ta ‘Endişe’ diye bir bölüm hazırlıyorduk, hatırlarsın. Yazarlardan yazarkenki endişelerini anlatmalarını istemiştik. Her hafta bu konuyla ilgili bir yazarın yazdığı yazıyı yayımlıyorduk. Neredeyse bir yıl boyunca süren hikâyede, en çok senin yazdıklarından etkilenmiştim. Yazar ve insan olarak kendini koyduğun yer beni çok düşündürmüştü. “Kimim ki ben. Yazmaya cüret etmiş bir hayvan… İşte ben ‘Tol’u bir hayvan olarak yazdım” diye bitiyordun yazını. İnsan yaşarken en çok ‘hayvan’ olduğu gerçeğini mi ıskalıyor sence? Bu gerçeğin onun yazısına, bu öykülere katkısı da sorulabilir mi acaba?
İnsanlığın kibri, bencilliği ve ihtirası dünyayı yok ediyor. Hasan Ali Toptaş bir söyleşisinde, “Bir yere küçüklü büyüklü dağları ben yarattım edasıyla giren insanlar bana inanılmaz geliyor” mealinde bir şey söylemişti. Bana da inanılmaz geliyor, inanılmaz gelmesinin ötesinde, dayanılmaz geliyor. Bir insanın diğerleri üzerinde iktidar, tahakküm ve baskı kurabilmesi, bunu içselleştirebilmesi, bundan zerre rahatsızlık duymaması, rekabetle, güç arzusuyla, muktedirlik halini korumak yönünde daimi bir gayret ve endişeyle yaşayabilmesi hakikaten inanılmaz. Sözgelimi alelade bir diş macununu satmak için yorulan kafanın, yapılan organizasyonun, seferber edilen yaratıcılığın beşte biriyle, onda biriyle, dünyada açlık diye bir mesele kalmayabilirdi. Vaziyet çok belli: Ya tabiatla uyumlu yepyeni bir hayat kuracağız ya da toptan yok olacağız. Daha önce de demiştim: İnsanlara üzülmem, müstehaktır, ben onca hayvanın, bitkinin yok olacağına üzülüyorum. Onlar buna mani olamazlar çünkü. Velhasıl insan denen mahlukun mevcut vahim halindense, bir gorilin tabii halini tercih ederim. Bir hayvan kadar dürüst olmak isterdim, ama mümkün değil. Ben de bu pespaye pazaryerinde yeterince acılaşmış, taşlaşmış, kayışlaşmış durumdayım.

Peki, insan çürüyen bir toplumla nasıl yaşar?
Taviz vererek, bin türlü hesap kitapla, itişe kakışa, bata çıka yaşar elbet. Rekabete ve kâra göre tanzim edilen bir dünyada, daimi bir düşme endişesiyle, muhtaç kalma ve sefil olma korkusuyla yaşıyorsanız, hele çocuklarınız, sevdikleriniz açsa, hastaysa ve çaresizseniz gözünüz başka bir şey görmez. Asıl hırsızlar, kanunları koyup hırsızları yargılayanlardır, paraları kasalarına istifleyenlerdir. Kimse beni mülkiyetin hırsızlık olmadığına ikna edemez. Kapitalizmin vahameti budur. İnceltilmiş tarafından orman kanunudur ve esas numarası, insanları vahşi bir ayakta kalma çabası üzerinden birbirine rakip ve düşman kılmasıdır. İşte bu numarayı çakıp ötesine geçtiğimiz gün dünyanın değişme ihtimali olabilir. Devrimler pek öyle romantik mevzular değildir, gayet aktüeldirler. Bir milyon kişiyle bir başkentin kapısından dönmeyip yürümeye devam ederseniz muvaffak olmanız yüksek ihtimaldir. Sonrasında da iktidardan nefret edecek, kendi içinize kapanmayıp dünyalı kardeşlerinize yüzünüzü çevirecek tıynetiniz, çürümeye yazgılı bir galibiyettense, nam salacak bir mağlubiyete cesaretiniz varsa, bu iş olabilir.

‘Bazuka’ya gelirsek... Kitabın altbaşlığı, Aşk, Yalnızlık ve Şiddete Dair Hikâyeler. Bu hikâyeleri bu üç başlıkla özeltleyebilir miyiz?
Başka başlıklar da ilave edilebilirdi belki. Yalan dolana dair hikâyeler gibi mesela…

Bu öykülerde şiddet var, bu kesin. Ama şöyle de bir özellikleri var: şiddeti şiddete bulanmadan anlatıyorlar. Bu senin üslubunla alakalı tabii ki. Muhabbetle anlattığını söyleyebilirim. Sert konuları böyle anlatmak inanılmaz etkileyici bana göre. Neden böyle bir tercihin var?
Reha Mağden’in ‘Yazgıların Tableti’ adlı müthiş kitabında dedektif Murat Davman, “Suça karşıdan bakmaya mani bir hayatım oldu” diyordu. Ben de şiddeti, onu serinkanlı bir pervasızlıkla, sadece estetize etmekle yetinip çıplak haliyle anlatamayacak kadar yakından tanıdım sanırım. Öyle her tarafından irin ve kan fışkıran, insanların birbirlerinin gözünü oyduğu, feryat figanla dolu bir hayattan söz etmiyorum elbet. Ama benim gördüklerim bana yetti. Benim de şiddete karşıdan bakmaya mani bir hayatım oldu.

Sadece şiddet değil, özellikle ‘Pembe’ ve ‘Kuş Yuvası’ öykülerinde bir cinsiyet meselesi de var. Şunu düşünüyorum, Kadınların mağduriyeti, erkeklerin mağduriyetini görmemizi engelliyor mu bazen? Sen ne düşünüyorsun?
Mazlumun anlattığına yeterince kulak verip halini/derdini hakkıyla idrak edemeden zalimin yer yer pekâlâ haklı da olabilecek mağduriyetine dikkat kesilmek tehlikeli ve lüzumsuz bir incelik olabilir bazen. Ama şu kadarını söyleyebilirim: Erkekler hazin varlıklardır, daimi erkeklik ispatı çabası koca bir ömrü azaba çevirir, iktidar erkekte hayatı sadece kadınlar ve çocuklar için değil, kendisi için de cehenneme çeviren kederli bir nafileliğe dönüşür. Pınar Selek’in ‘Sürüne Sürüne Erkek Olmak’ kitabını tavsiye etmek isterim. Erkeklik halinin nasıl bir cendere olduğunu, yukarıdakine biat edip aşağıdakini ezmekten müteşekkil bir hayatın neye benzeyebileceğine dair eşsiz bir metin.

Ayrıca, ‘Kuş Yuvası’nda aşk ile ilgili önemli şeyler söylüyorsun. Okura sorduğun soruyu sana sormak isterim: “Her tür acının hem başlangıcı hem bitişi aşktan değil midir zaten? Aşk değil midir, nihai ismimizi koyup bizi kendimize hamile bırakan ve kendimizi doğurmamızı sağlayan ve ortaya çıkan bebeği önce mucize sonra hilkati garip veya tam tersi kılan?”
Orada bir aşk güzellemesinden ziyade bu meseleyi nasıl kendi kendini kandırmaktan başka işe yaramayan, leş gibi bir muhabbete çevirdiğimizi deşmek istemiştim. Kendine hamile kalmak, hilkati garip gibi ifade tercihleri bundan kaynaklanıyor. Bugün aşk dediğiniz parlak ambalajlı bir ürün, alınıp satılıyor, her yerde, ama hiçbir yerde. Bunca rekabetin, hesap kitabın, kâr hırsının, ağır mesainin, mezardan farksız evin, azap gibi okulun-kışlanın, cehennemden beter fabrikanın ortasında aşka mecali kalan varsa tebrik ederim.

Alıntılara başladım devam edeyim o zaman... ‘Tutkular Kitaplığı’ adlı öyküden şu bölümü tekrarlayacağım: “Okumak hem bir hayat başarısızlığının, ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır.”
Okumak, en başta sistemin ürettiği onca sahte haz vaadine kanmamak-kanamamak demek. Dışarıda teşebbüs ve tecrübe edilebilecek yığınla irili ufaklı haz ihtimali varken bir odaya kapanıp okumak… Bu bana bir tür kahramanlık gibi geliyor. Bir tür külyutmazlık da demek isterdim, ama kelimenin biraz soğuk bir tınısı var ve demek istediğimi tam ifade etmeyecek gibi. Ayrıca bir de şu var: akademisyenler ve bir avuç kalem erbabı haricinde okuduğu için cebine para konan insan görmedim ben. Bununla birlikte, biraz iddialı olacak ama, iyi bir kitap okumanın hazzını başka hiçbir şey vermez. Yazar olmaktan ziyade okur olmaktan mutluyum.

‘Derviş’, öykünde günümüze bir eleştiri var. Karakterin olan Derviş’in yaşadığı kâbusu anlatır mısın? “Nasıl bir devre uyanmıştım ben böyle” diyor ya Derviş... Bu, bizim bugün de yaşadığımız büyük şaşkınlığımız mı? Halimiz Derviş’e ne kadar benziyor?
Derviş’in Galata’dan Karaköy’e kısa seyahati, günümüzde hüküm süren büyük bir sahtekârlığı ifşa etme gayreti diye nitelenebilir belki. Sabah ticaretin en vahşisini icra edip, doğayı, hayatları, ruhları gözünü kırpmadan tahrip edip akşam tefekkürden, tasavvuftan, şanlı maziden, necip milletin kuvvetli maneviyatından dem vuranlar, siyaset yelpazesinin cümle ‘çılgınları’ yani, o Derviş’in peşine takılsın isterdim.

İki öykün var... Bunların ikisi de nazire. Biri Reha Mağden’in ‘Yazgıların Tableti’ kitabına ikincisi Emrah Serbes’in ‘Erken Kaybedenler’ine nazire. Bu kitapların senin için önemli nedir?
Bu iki hikâye bir yazarın değil, bir okurun hayran olduğu kitapların yazarlarına bir çeşit teşekkür çabası gibi okunsun isterim. Reha Mağden’in ‘Yazgıların Tableti’ kitabını çok gecikmeli okudum ve karşısında resmen dudağım uçukladı. Reha Abi’nin kitabını geç okudum, kendisini erken kaybettim. Kitaplarını daha önce okumadığıma, şahsını daha erken tanımadığıma pişmanım. Emrah’ı ise hem şahıs hem yazar olarak severim. Allah ona uzun ömürler versin.

‘Tol’, ‘Har’ ve şimdi ‘Bazuka’. Tek kelimelik isimlerden gidiyorsun. Nedir senin için tek kelimenin büyüsü?
Böylesi daha kolay ve şık geliyor. Tek kelimeden ibaret ismi olan kitapları hep sevmişimdir. Upuzun isimler de konabilir kitaplara, hiç sakıncası yok. Keşke daimi bir anonim sohbet misali, sadece içinde anlatılanların mühim olacağı, isim ve imza konmayan kitaplar olsa. Ya da kitaplar hiç olmasa da hayat sürekli bir seyahat halinde, keyifli ve uzun bir muhabbet misali başlayıp bitse.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

panel: space, class and neoliberalism

Urban Classes and Politics in the Neoliberal Era
13 May 2011 Friday, 14:00
Rectorate Hall, Boğaziçi University
Speakers

Neil Smith
Program in Anthropology, Program in Geography, CUNY Graduate Center
“Neoliberal Urbanism and Global Class Strategy”

Teresa Caldeira
College of Environmental Design, University of California, Berkeley
“Peripheries: Spaces in the Making”

Discussant
Ayşe Öncü
Cultural Studies Program, Sabancı University

Organizers
New Perspectives on Turkey
Chair in Contemporary Turkish Studies, London School of Economics and Politics

6 Mayıs 2011 Cuma

muhafazakarlık semineri

MSGSÜ- SOSYOLOJİ SEMİNERİ
DİNDARLIK, MUHAFAZAKARLIK VE MODERNLİK

12 MAYIS 2011, 10.00-18.00
(Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Bomonti Yerleşkesi*, 304 Numaralı Derslik)

Açılış Konuşması (10.00-10.30)
Yrd. Doç. Dr. Burak Onaran & Yrd. Doç. Dr. Sibel Yardımcı

Birinci Oturum: Eğitim ve Dindarlık (10.30-12.30)
KEMAL DİL, "Ortaöğretimde Türleşme Çeşitliliğine Sosyolojik Bir Bakış: İmam Hatip Liseleri Örneği"
ÖZLEM AVCI, "Dindar Üniversite Gençliği ve Değişem İslami Algılar"
Tartışmacı: Yrd. Doç. Dr. Kenan Çayır

Öğlen Yemeği (12.30-14.00)

İkinci Oturum: Ulusal Kimlik, Din ve Muhafazakarlık (14.00-16.00)
FIRAT MOLLAER, "Kemalizm ve İslamcılık Karşısında Türk Muhafazakarlığı"
ERKAN KARABAY, "Siyasal İslam'ın Kürt Sorununa Bakışı"
Tartışmacı: Doç. Dr. Yüksel Taşkın

Genel Değerlendirme (16.00-16.30)
* MSGSÜ Bomonti Yerleşkesi, Cumhuriyet Mah. Silahşörler Cad. No: 89, Bomonti, Şişli (Eski bira fabrikasının karşısı).

3 Mayıs 2011 Salı

[kitap tanıtımı] "ottoman ulema, turkish republic" by amit bein

"To better understand the diverse inheritance of Islamic movements in present-day Turkey, we must take a closer look at the religious establishment, the ulema, during the first half of the twentieth century. During the closing years of the Ottoman Empire and the early decades of the Republic of Turkey, the spread of secularist and anti-religious ideas had a major impact on the views and political leanings of the ulema. This book explores the intellectual debates and political movements of the religious establishment during this time.

Bein reveals how competing visions of development influenced debates about reforms in religious education and the modernization of the medreses. He also explores the reactions and changing attitudes of Islamic intellectuals to the religious policies of the secular republic, and provides a better understanding of the changes in the relationship between religion and state. Exposing division within the religious establishment, this book illuminates the ulema's long-lasting legacies still in evidence in Turkey today." ---kitabın içeriğine ve ilk bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

yapısalcılığın mimarının izinde [radikal kitap]

Claude Lévi-Strauss doğduğunda Marcel Proust henüz ‘Kayıp Zamanın İzinde’nin ilk cildini yayımlamamış, Rusya’daki 1917 devrimi gerçekleşmemiş, Almanya’daki Weimar Cumhuriyeti yıkılmamıştı. Birleşmiş Milletler, Sovyetler Birliği veya Çin Halk Cumhuriyeti gibi tamlamalar insanlara anlamsız geliyordu. Afrika karanlık bir kıtaydı ve Avrupalı ben için öteki, zorunlu olarak yabani bir mahluktu ve Kıta Avrupası’nda Yahudi düşmanlığı yükselişteydi. Lévi-Strauss, ressam babasının Brüksel’deki evinde 1908 ylında doğduğunda kendini bohem bir yaşantının içinde buldu, Paris’e taşındılar ve ilerleyen yıllarda Cervantes, Dostoyevski, Joseph Conrad gibi yazarları okuyarak ve Louvre Müzesi ve Opera’nın müdavimi olarak kendine bir ‘zihniyet’ yarattı. Aynı yıllarda Marx’ın yapıtlarıyla tanıştı, “onun yazılarını okuyunca, bu büyük düşünce adamı vasıtasıyla Kant’tan Hegel’e giden felsefi akımla da ilk defa karşılaştığım için çok etkilendim, önümde yepyeni bir dünya açılmıştı,” diye yazacaktı daha sonra. “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i ya da Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nden birkaç sayfa okuyarak zihnimi açmadan bir sosyoloji ya da bir etnoloji problemi ile uğraşmaya pek ender girişirim.” Sigmund Freud ve Marcel Mauss’un kitaplarını keşfeden Lévi-Strauss, L’Etudiant socialiste (Sosyalist Öğrenci) dergisinde kitap tanıtım yazıları yazmaya başlamıştı ve burada örneğin faşist Celine’in romanını bir başyapıt olarak selamlayabilecek kadar edebiyata tutkundu. 1920’lerde yeni bir disiplin olan etnolojiye ilgi duydu, yerli halklarla karşılaşarak, onların içine karışarak, onlarla yaşayarak saha çalışması yapma fikri onu heyecanlandırıyordu, özellikle de Kızılderilileri anlatan Amerikan etnoloji kitaplarını büyülenerek okuyordu. Bu sırada yeni kurulan Sao Paulo Üniversitesi’nde sosyoloji öğretmenliği için kendisine iş teklifi yapıldı, buradaki “Fransız misyonu”nda tarihçi Fernand Braudel ve coğrafyacı Pierre Monbeig de vardı. Solcu görüşleri yüzünden buradaki kültür misyonerleri ona şüpheyle bakıyorlardı ancak bunu önemsemeyerek kendini çalışmaya verdi, Paraguay sınırında araştırmalar yaptı, özellikle de Kaduveo köylerinde uygulanmaya devam eden yüz boyama sanatını belgeledi. Bororo köylerinde yaptığı araştırmaların sonuçlarını bir araya getirdiği “Bororo Yerlileri’nin Toplumsal Örgütlenmesinin İncelenmesine Katkı” başlıklı makalesi ilk önemli çalışmasıydı. 1939’da Fransa’ya döndü ama şimdi o temel Avrupa görüşünü, özne ile nesne arasındaki Hegelci hayatta kalış mücadelesini sonuna kadar götüren devletler, özellikle de Almanya yeni ve ırkçılığa dayalı bir varoluş mücadelesine girişmişti. “Fransa üzerinden karışık bir tren yolculuğunun ardından, Montpellier’ye, anne-babasının Cévennes’deki evinin yakınına vardı. O sırada Lévi-Strauss, bir Yahudi olarak nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunun farkında bile değildi.”

Bu şahane yazının devamına buradan ulaşabilirsiniz.

murat uyurkulak'tan muazzam bir hikaye

29 Nisan 2011 tarihli, Radikal Kitap'tan devşirilmiştir.
Cezaevimizin sigortası, garip gurebanın babası, kötülerin hasmı, iyilerin dostu, çok saygdeğer Müdürüm...
Benim hayatımı pembe renk yaktı. Pembe sebebiyle tahrip oldum, pembe yüzünden kader mahkûmu oldum... Ben ne zaman pembe görsem kötü olurum, bir acayip olurum, hatta bazen öyle olurum ki gözüm kararır, başka bir âleme geçerim, o âlemde kendimi kaybederim, adeta deliririm...
Maruzatıma geçmeden önce ben bir anlatayım, siz dinleyin, ona göre kararınızı verin.
Ben bir gözümü pembeye verdim...
Anneannem huysuz ve yalnız bir ihtiyardı. Çocuklarını, gelinlerini, damatlarını her nedense hiç sevmezdi, onları ne zaman görse küfrü basardı. Onun için
şu dünyada varsa yoksa torunlarıydı. İki sokak aşağıda, sessiz sedasız yaşadığı evinde biz torunlarına leziz börekler, pastalar, yemekler yapar, gözleri had safhada bozuk olmasına rağmen envai çeşit kazak, eldiven, atkı, çorap örerdi...
Kış mevsiminin yaklaştığı, sandıklardan naftalin kokulu kışlıkların ufak ufak çıkarıldığı bir vakit, bana da kazak öreceği tutmuş meğer. Bir akşam amcaoğlumla haber gönderdi, gelsin kazağını alsın diye. Gittim. Kazağı özenle giydirdi, nasırlı buruşuk elleriyle yanağımı okşayıp, “Kırmızılar da pek yakışırmış kuzuma... Hadi bakalım güle güle giy,” dedi nadir gülüşüyle. Üzerimdeki kazağa göz gezdirince bir terslik olduğunu sezdim, ama henüz renkleri tam ayırt edemeyecek kadar küçüktüm. Anneannemin o zar zor gören gözleriyle manifaturacıya gidip kırmızı diye pembe yün aldığını nereden bilecektim?
Neyse efendim, uzatmayayım, ben sırtımda kazak, hoplaya zıplaya eve vardım. Kapıyı çaldım, babam açtı ve kazağı görmesiyle, “Ulan bu ne, şorolo mu olacaksın başımıza?” diye çakması bir oldu. Kafamı kapının kenarına çarptım, bayılmışım. Ertesi gün açtığım gözlerimden biri yüzde 80 az görüyordu... Müdürüm, pembe benden bir gözümü işte böyle aldı... Ben en sevdiğim arkadaşımı da pembeye feda ettim... Aynı mahalledendik, ilkokul birden itibaren hep aynı sınıflarda okumuş, aynı sıralarda oturmuştuk, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Birlikte nice badireler atlatmış, ne acayip maceralar yaşamış, kimlere kimlere posta koymuştuk, öyle sıkı bir dostluktu ki dünyada eşi yoktur...
Arkadaşımın belki de tek kusuru, aşırı dalgın olmasıydı. Dağınıktı, dikkatsizdi, leyla gibiydi. Gün olur kravatını takmayı unutur, gün olur defter kitabını olmadık bir yerde bırakır, gün olur bir ayağına beyaz bir ayağına siyah çorap giyip gelirdi... Lisedeydik. Babam bir gözüme kastetmenin vicdan azabıyla beni müteakip yıllarda epeyce şımartmış olduğundan havalı, çalımlı, kabadayı bir tip olup çıkmıştım, okul ahalisinden her daim korkuyla karışık bir saygı görürdüm. İşte günün birinde, koridorda bir kahkaha tufanı patlayınca, ağır ağır yerimden kalkıp bensiz ne makara döndüğünü anlamak için sınıftan çıktım. Bir baktım ki ne göreyim! Bir grup yeniyetme piç sıra arkadaşımı, can ciğerimi, kardeşten ötemi ortalarına almış, ite kaka dalga geçiyorlardı.
“Höst ulan şerefsizler!” diye ünleyip hışımla kalabalığa dalmamla esas mevzuyla burun buruna gelmem bir oldu. Arkadaşımın pantolonunun fermuarı açıktı ve aradan pembe, evet, pespembe bir iç çamaşırı acayip bir hayvan cinsi gibi sarkmaktaydı... Neye uğradığımı, ne yapacağımı, ne diyeceğimi şaşırdım, gerzek gibi öylece kalakaldım. Arkadaşım, “Valla sabah uyku sersemliğiyle... Çamaşır sepetine elimi atınca... Valla dalgınlıkla...” şeklinde sayıklarken, benim aklımda binbir çeşit uğultulu düşünce resmi geçit yapıyordu. Bu manzara karşısında, müsebbibini müdafaada ısrar, itibarı sıfırlamak, karizmayı derinden çizdirmek manasına gelirdi. Ama diğer yandan o benim en yakın dostumdu, kankamdı, bir nevi her şeyimdi. Öyle aptal aptal dikilemezdim, alaycı laflar benim kıyılarıma da vurmaya başlamıştı, bu koşullarda adımızın çıkması işten bile değildi, acilen bir karar vermem lazımdı.
Ve kararımı verdim, etraftaki gürültücü piçlerin on katı alaycı bir kahkaha eşliğinde, göğsünden itip kıç üstü oturtuverdim kaç yıllık dostumu, “Salak herif!” diye çemkirmeyi de ihmal etmedim. Ertesi gün sınıfa gelmedi, kaydını başka okula aldırdı, bir daha da yüzüme bakmadı. Müdürüm, işte gör pembe bana neler yaptı...
Bu kadarla kalmadı elbet, o melun renk benden sevdiğim kadınıda aldı...
İlk görüşte âşık olmuştum ona, çok güzeldi, çok iyiydi, melek gibiydi. İlk başlarda kaba buldu beni, mizacıma alışamadı, ama yılmadım, azmettim, yeri geldi türlü türlü soytarılıklar yapıp sevdirdim kendimi.
Mutluyduk, birlikte yaşıyorduk, evlilik planları yapıyorduk, ta ki benim için hazırladığı sürpriz yaşgünü partisine kadar.
Salonun, en az on kişinin “İyi ki doğdun!” çığlıkları eşliğinde aniden açılan ışıklarıyla kamaşan gözlerimi masaya çevirip üzerindekileri gördüğümde, dehşetten nefesim kesildi. Kalp şeklindeki pasta pembeydi, katlanıp tabakların yanına konmuş peçeteler pembeydi, yahu rakı kadehlerinin yanındaki su bardakları bile pembeydi...
Bardakları gösterip, “Bunlar ne?” diye tısladım kobra misali.
"Yeni aldım, beğendin mi aşkım?” dedi aşkım tatlı gülüşüyle.
“Peçeteler de pembe...” diye tısladım bu kez.
“Ne şirin değil mi?” dedi güzelim, su gibi şıkırdayan sesiyle.
“Pasta niye pembe?”
“Hafif olsun dedim, frambuazlı aldım... Pastacı da kalp şeklinde olanını tavsiye etti, doğuda kalp çakrasının rengi pembedir dedi...”
“O pastacıya da sana da bir çakarım bir de yer çakar!”
O son cümleyi, onca insanın karşısında, bir tanemin güzel gözlerine baka baka nasıl söyleyebildim ben de bilmiyorum. Başım dönmeye, az gören gözüm ağrımaya, kalbim saniyesinde utançla sızlamaya başlamıştı. Sevgilim gözyaşları içinde salonu terk ederken, bitmiş bir adam olarak olduğum yere çöktüm...
Pembeyle lanetlenmiş hayatımın bu faslı da böyle işte Müdürüm...
Pembe yüzünden yoksul kaldım diye başlasam, çüş artık dersiniz belki Müdürüm...
Ama korkarım ki öyle başlayacağım, zira zengin olamamamın sebebi pembe renktir.
Sevgilim beni terk ettikten sonra iyisi mi askere gideyim, tecil ettirmeyeyim artık şu vazifeyi, hem belki kışlada kendime gelirim dedim. Dediğimi yaptım, muayene sırasında “Senin şu gözünde sorun mu var?” diye soran doktoru “Yok komutanım!” diye cevapladım ve daha ilk günden ne kadar isabetli bir karar verdiğimi anladım. Zira etrafta pembenin p’si yoktu, her yer, her şey, herkes ya gri ya hâkiydi. İyice bir toparladım kafamı, ferahladım, rahatladım...
Benden iki-üç yaş küçük bir çocukla badi olmuştuk bölükte, cin gibiydi, tam müteşebbisti, kafasına koymuştu, şöyle sıkı bir iş çevirip zengin olacaktı. Bir müddet sonra bana da açtı planlarını: Tekel bayiinden döner ekmek büfesine, fason trikodan yedek parçaya, kreşten huzurevine dek tonla fikir dolaşıyordu aklında. Bunları konuşmak iyi geliyordu ikimize, hem bedavadan heyecanlanıyor, hem de vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorduk...
Bir gün yine müstakbel teşebbüslerini sıralarken, “Dur dur!” diye atıldım.
“Bir daha söyle bakayım şunu...”
“Kavala kurabiyesi...”
Bu kurabiyenin methini, mübadil olan babaannemden çok duymuştum. Çocukken damağında kalan o tadı anlata anlata bitiremez, bazen sağdan soldan bulduğu tarişerle bir heves yapmaya kalkar, ama asla beğenmez, aynı tadı bulamadığını söylerdi.
Babaannemin hikâyesini anlatınca badim iyice coştu.
“Tabii ya, o kadar meşhur kurabiye, hiçbir yerde görmedim pakette satıldığını, şöyle esaslı bir tarif bulacaksın, güzel de ambalajlayacaksın...” diye saydırmaya koyuldu.
Diğer fikirleri eleyip kurabiye üzerinde yoğunlaşmıştık artık. Kâğıt üzerinde de olsa işi iyice ilerletmiş, fabrikayı çoktan kurmuş, dağıtım ağını bile en ince teferruatına kadar planlamıştık. Derken günün birinde, fikre fikir, pişmiş aşa su katacağı tuttu badimin:
“Aslında var ya, sadece beyaz değil, renk renk yapacaksın bu kurabiyeyi... Sarı, mavi, yeşil, pembe...”
Son rengi duyunca irkildim.
“Orada dur, pembe olmaz!” diye müdahale ettim derhal.
“Ticarette taassup olmaz be abicim, evrensel düşüneceksin...” dedi gülerek.
Benimse hiç gülesim yoktu, lüzumsuz bir sertlikle karşılık verdim:
“Olmaz dedim o kadar, pembe olmaz...”
Şaşkın şaşkın baktı suratıma, sanırım o zaman bende bir gariplik olduğunu sezdi ve hiçbir şey demeden kalkıp gitti. Bir daha da açmadı iş bahsini.
İşte Müdürüm o çocuk şimdi bir kurabiye milyoneri...
Murat Uyurkulak’ın 5 Mayıs’ta
Metis Yayınları’ndan çıkacak olan
‘Bazuka’ adlı kitabından.

29 Mart 2011 Salı

nevala kasaba, bir kor düştü yüreğe

kekik, reyhan ve kaçak tütün kokusu taşırdı rüzgar,
alçak damlı evlerin,yüksek küçük pencerelerinden
soluk ışıklar yayılırdı geceye.
köpek havlamaları korkulara karışır kaygıları beslerdi,
sonra dağlardan kurşun sesleri gelirdi
belirli belirsiz,
namlunun ucunda çırpınırdı yürekler,
ağıtlar yankılanırdı dağlara doğru,
kapılar kırılır, talan edilirdi sevdalar,
umutlar,
ve insan olan ne varsa.
akan aka kabilelerimizden
zilan, munzur, otuz üç kurşun, nevala kasaba
ve ülkemin bütün derelerinde.
o iklimde kalırdı acılar,
duymazdı bir allah’ın kulu çığlıklarımızı
ve dağlara sevdalanırdık.
karabasan gecelerin sabahında direnmek kalırdı kürde
yaşamanın bir diğer adı direnmektir.

derelerden kan akar burda nicedir,
analar agit yakar her dogan gün
gelinler yola bakar çaresiz
oy, nevala kasaba oy...

seninledir sevdam gönlüm dağlardadır oy
sabahın rüzgarında çığlığında
bir dağ düştü o dereye
adı mahsun
oy, nevala kasaba oy...

Ne Kürt halkı ne de kardeş Türk halkı Nevala Kasaba'yı, Dersim'i, Halepçe'yi unutmayacaktır.

"Kasaplar Deresi'nde Ne Oldu?" http://tinyurl.com/6h522m6
"Onbinler Hakikatler İçin Yürüdü" http://tinyurl.com/64wmokg

25 Mart 2011 Cuma

kürt meselesinin son durumu üzerine birkaç kelam


sivil itaatsizlik eylemlerinin, kürt siyasetine yeni bir ivme kazandıracağını düşünüyorum. bu eylemler vasıtası ile, bariz biçimde, kürtler silahsız siyaset yolunu seçiyorlar. yıllardır, dilimize pelesenk olan, barış dilinin inşa edilebilmesi için bundan uygun ortam olamaz. kürt hareketinin eylemsizlik ve silah bırakma kararları desteklenmelidir. zira, bu uygun ortamda, yeni müzareke yolları/zeminleri inşa edilebilir. fakat maalesef, tuncel'in haklı isyanına verilen haksız tepkiler (polise tokat atma meselesi) ve sivil itaatsizlik eylemlerinin hala güvenlik kaygısı üzerinden algılanması, sivil odaklı barış siyasetinin inşa edilmesine ket vuruyor hali hazırda. vesselam.

"sivil itaatsizlik gerilimi," http://tinyurl.com/5tvopbv
"sivil itaatsizliğin önündeki bariyer kalktı," http://tinyurl.com/63ybumj
"diyarbakır'da itaatsizler gece dinlemedi," http://tinyurl.com/6yebmsa

22 Mart 2011 Salı

anadolu'nun isyanı: hes'lere karşı mücadele

Anadolu'nun İsyanı from Anadoluyu Vermeyecegiz on Vimeo.

elif

o akşam beşiktaş sahilde, bir kahvehanede oturduk. biri heyecanla söze başladı. karşı devrim dedi, devrim karşıdan geldi dedi, birbir devrildiler dedi. ıhlamur ve karanfil kokusu, pek tabii sigara dumanları.

inandığı gibi konuşuyordu, konuştuklarına inanıyordu.

bir avuç alnı açık çocuk, alınları açılmış bir avuç çocuk. yarınlı sözlerle konuşmaya başlayan, devrimci derviş, belleklerinde muhayyel bir asır, konuştukça yaralanan ve kanayan.

26 Şubat 2011 Cumartesi

mesut yeğen ve akademi

uzun bir ara oldu. ortadoğu'da yürek hoplatan devrimler gerçekleşti, otoriter rejimler dalga dalga yıkılıyor. sonrası hayırlı olsun.

biz türkiye'de kaldığımız yerden devam edelim. mesut yeğen'in profesörlüğü meselesi, türkiye akademisinin hali pür melalini temsil eden bir vak'a haline geldi. bu vak'a üzerinde yeterince tartışıldığını düşünmüyorum. meseleyi ilk kez gündeme getiren mesut yeğen'in yazısı, "nasıl profesör olunur?," 13 şubat 2011'de radikal iki'de yayınlandı. buradan ulaşabilirsiniz. feride acar'in mesut yeğen'e cevabı olan, "nasıl profesör olunmaz?" yazısı 20 şubat 2011'de radikal iki'de yayınlandı. buradan ulaşabilirsiniz. son olarak, dilek kurban'ın, mesut yeğen vak'ası üzerinden başlayarak, türkiye'deki akademik özgürlükleri ve türkiye akademisinin sınırlarını değelendiren "akademi" yazısına buradan ulaşabilirsiniz.

24 Ocak 2011 Pazartesi

poetik taslak

ey sahipsiz şehrin sokaklarında ıslak serseri kedi,
şahitsin, kim bilir, bu kaçıncı kurban,
gecenin sokaklarında yine oluk oluk kan,
seherin serinliğinde ruhlar şehadet şerbeti
peki ya, nasıl katlettik onca masum geceyi
sevgilim şehir ey kaybettiğim hafızam
bir gölge kadar kalıcı, bir o kadar akışkan
üçüncü sınıf gazinolarda çınlayan bayağı sesler
bedenime değen sesler kırılır
ey sahipsiz şehrin sokaklarında sonra hırçın ıslak serseri kedi
benim hatırladığım kan, yemin ve intikam,
ya ökse otu, ya portakal çiçeği
bir avuç duadır çocukluğumdan geriye kalan

bkz: çocukluğumun kaybolan odunpazarı evleri (eskişehir), http://www.sesan.org/selimpekalbum/index.html

14 Ocak 2011 Cuma

kimlik ve sınıf - samim akgönül

Kaynak: Samim Akgönül - Radikal 2 - 9 Ocak 2011

‘Sol’un Kürt sorununa bakışında etnik taleplere uzak durması, daha çok sınıfsal tahlili tercih etmesi sık sık eleştirilir, zamanı geçmiş bulunur. Bu eleştiriler genelde kendilerini solda tanımlayan kişilerden gelir. Kendilerini solda tanımlayanların diğer kendilerini solda tanımlayanlardan hiçbirini beğenmediği ülkemizde bu eleştirilerin hangi sol tarafından hangi sola yöneltildiğini tartışmak beyhude bir uğraş olacağından bunu bir tarafa bırakıp konunun içeriği hakkında yorum yapabiliriz. Böylece kendini solda tanımlayanlara, gene kendini solda tanımlayan bu satırların yazarı hakkında sert eleştiri imkanı doğabilir. 18-19 Aralık 2010’da gerçekleştirilen, sol bir parti olan Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin ‘Kürt Sorunu ve Çözüm Önerileri’ sempozyumunda da buna benzer habitus haline gelen eleştiriler tekrarlanınca bir şeyler çiziktirmek elzem oldu.

Genel kabul
Hemen baştan söyleyeyim ki, gene sağa sola çekilmesin. Türkiye’de Kürtlerin vahim kimlik sorunları var. Bu vahim sorunların başında onyıllarca kimliklerinin varlığının dahi tanınmaması geliyordu. Artık Türkiye’de Türklerden farklı bir etnik grubun varlığı en sağcısından en solcusuna, en ‘mozaikçisinden’ en ‘mermercisine’ kadar herkes tarafından kabul edilmiş durumda. Hannah Arendt’in deyişiyle artık hak talep etme hakları var. Elbette bu inkârdan idrâka geçişin bazı sonuçları olacaktır. O da varlığı tanınan kimliğin ifadesine, yaşamasına, varoluşunun devamına getirilen hukuksal, siyasal ve toplumsal engellerin birer birer kaldırılması.

Ancak bu gerçek, Türkiye Kürtlerinin ağır sınıfsal sorunlar yaşadığı gerçeğini de örtemez. Kürtler Kürtlükleri üzerinden ezildikleri için tepkilerini Kürtlükleri üzerinden veriyor, taleplerini kimliksel konulara yoğunlaştırıyor. Fakat bu haklı talepler dizisi, gözlemcileri de sadece kimliksel konulara odaklanmaya itmemeli. En son Mersin araştırması da dahil son beş yıl içinde Türkiye Kürtleri üzerinde yapılan bütün sosyolojik anketler, ülkede yaşayan Kürtlerin ezici bir çoğunluğunun işçi, ırgat, işsiz sınıfında olduklarını apaçık ortaya koyuyor. Yoksulluk, eğitimsizlik, bilgiye ulaşma, kaynakların kullanımı, göçmenlik gibi veriler de Türkiye Kürtlerinin etno-sınıf kavramına çok iyi bir örnek olduğunu gösteriyor. Bir Kürt burjuvazisinin varlığı grubun etno-sınıf özelliğine halel getirmez.
Güneydoğu’dan Karadeniz’e her yıl yaşanan mevsimlik işçiliğin modern köleliğe yakın koşulları artık herkesçe bilinirken, ülkedeki Kürt sorunun sadece kimliksel yönünü görmek ve sadece bu yönde çaba harcamak kanımca kısa ve orta vadede, diğer konularda üretilen çözümlerin toplumsal barışı getirmesine engel olacaktır. Toplumsal barışın, toplumsal adalet olmadan yerleşmesine elbette imkan yok. Anadilinde eğitim elbette bir hak ve bu hakkı Kürtler er ya da geç elde edecekler. Ama ne anadilinde eğitim, ne çift dilli trafik panoları ne de özerklik, Kürtleri bir etno-sınıf olarak sömürülmekten kurtarmaz.

Elbette talepler kimliksel olacaktır. 2004’te Fransa banliyölerinde isyan edenlerin de kimliksel talepleri vardı. Ancak bu talepler göçmen asıllı ‘Arap-Müslüman’ Fransızların başlı başına bir etno-sınıf oluşturdukları gerçeğini örtemez. Aynı 1992 Los Angeles ayaklanmasında Kaliforniya siyahlarının siyah oldukları için ezilen bir homojen grup oluşturdukları gerçeğini örtmediği gibi.

Bu yaklaşıma verilecek cevabı az çok kestirebiliyorum. ‘Acil olan kimliksel taleplerdir, sınıf sorunsalına takılmak bu kimliksel sorunların çözümünü sekteye uğratabilir’. Bu itirazın bir ölçüde doğru olabileceği kabul edilebilir. Fakat ciddi sınıfsal sorunlara eğilmeden, yani toplumsal eşitlik, zenginliğin adil paylaşımı, sermaye-iş gücü ilişkisi gibi solun geleneksel tahlillerini bir tarafa bırakarak Türkiye’de toplumsal çatışmanın sona erdirilemeyeceği de açık. Her şey ‘algılama’, ‘düşmanlaştırma’, ‘ötekileştirme’ ile açıklanamaz ve bazı nesnel verilerin varlığı yadsınamaz. Kanımca sadece sınıfsal yaklaşıma mahkum olmak ne kadar büyük bir hataysa Kürt sorununu sadece bir kimlik sorununa ingirgemek de o kadar hayal kırıklığı yaratacaktır.

12 Ocak 2011 Çarşamba

"ütopyalar güzeldir"

ütopyalar güzeldir from Doruklan Ceylan on Vimeo.

Düşten de mor bir aşkı, yaşadın da gittin yar
Bir gittin ki sus oldu, pusa büründü hisar
Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi
Bir gün gelecek elbet, ütopyalar güzeldir
Onu bana verseler vermeseler ne yazar
Ben bir kadın sevdim ki evim artık gül kokar
Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi
Bir gün gelecek elbet, ütopyalar güzeldir

ferhan yazmış, ceylan söylemiş, iyi ki söylemiş.

11 Ocak 2011 Salı

2011 hrant dink konferansı

Boğaziçi Üniversitesi’nde senede bir yapılan “Hrant Dink Anısına Konferans”ın bu seneki konuşmacısı Britanyalı aktör, insan hakları ve LGBT eylemcisi ve Avrupa Parlamentosu üyesi Michael Cashman. Cashman’ın “Düşün ki Yabancı Sensin: Lezbiyen, Gey, Biseksüel ve Transcinsiyet Bireylerin Haklarını Savunmak” başlıklı konuşmasına bu sene Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, Sosyoloji ve Tarih bölümleri evsahipliği yapıyor. Cashman’ın İngilizce yapacağı ve simültane olarak Türkçe’ye çevrilecek olan konferans, 14 Ocak Cuma günü saat 15:00’te, Albert Long Hall’da (BTS) gerçekleştirilecek. Konferans, okul dışından katılıma açık olacak.

Konferansın 2011 konuşmacısı Michael Cashman, Düşün ki Yabancı Sensin: Lezbiyen, Gey, Biseksüel ve Transcinsiyet Bireylerin Haklarını Savunmakbaşlıklı konuşmasının içeriğini şöyle özetliyor:


“Lezbiyen, gey, biseksüel ve transcinsiyet (lgbt) bireyler her toplum ve kültürde daima vardılar ama sahip oldukları insan hakları, diğer cinsel kimlik sahipleriyle eşit olması gereken yaşama ve sevme hakları, diğerlerini memnun etme adına sıklıkla kurban edilmiştir. Lgbt bireylerin eşitlik ve özgürlük taleplerine karşı çıkanlar, din, kültür ve aileyle ilgili değerlere dayanırlar. Siyasi partiler ve siyasetçiler onların eşitlik taleplerini genellikle görmezden gelir ya da doğrudan bunu önlemeye çalışırlar. Pek çok lgbt birey ya ailelerinden uzaklaşıp çifte hayat yaşamak ya da kimliklerini açığa vurmayı tercih edip hayatlarının hemen her alanında ayrımcılık olasılığıyla yüzleşmek zorundadır. Bununla birlikte, pek çok ülkede devlet lgbt bireyleri korumak için hiçbir önlem almaz. Ayrımcılık karşıtı yasaların esamesi okunmazken nefret suçları ve yargısız infazlar sıklıkla görülür. Öte yandan, sert bir muhalefete rağmen Avrupa ve başka yerlerde olumlu gelişmeler sağlanmışsa da, bugün lgbt bireylerin haklarına karşı yükselen bir dalga kendini endişe verici bir biçimde görünür kılmakta. Lgbt bireyler karşılaştıkları önyargılar ile eşitsizliğe doğrudan meydan okuyorlar, ama hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık da artışta. Hoşgörüsüzlük son ekonomik krizle daha da şiddetlenmekte. Bu sorunlar doğrultusunda, bu konuşma öncelikle eşitliğe karşı direncin nereden kaynaklandığına, bu direncin dayanaklarına ve itirazlarına bakacak; ve bunun ardından, eşitlik talebinin neden desteklenmesi gerektiğini ortaya koyacak.”

10 Ocak 2011 Pazartesi

anafor

kapılar açılıyor önümde, kapılar kapanıyor, gecelerin geçtiği yetmezmiş gibi mevsimler geçiyor, anı yakaladığım anlar pek nadir, ruhum bedenime bir türlü teslim olmuyor, kanatlar takıp uçabilmek için daha fazla sarhoş olmak istiyorum,

bencilliği bir kenara bırakıp, kapıdan boyun eğip geçmek istorum, boyun eğmek bir tür düşüklük değildir, dünyamıza yabancı olan mütevazilik başlı başına devrimci bir eylemdir - nitekim ne demiş bilen kişi, ibrahim içindeki putları devir- ben olmamak, benden geçmek estetik bir devrim, başkalarının yaraları var sonra, aslında benim pek bilemediğim, gördüğüm ama hissedemediğim,

bu arada etik buyurmuyorum size, etik dayatmalar koyamam modern zamanın peygamberleri gibi, ancak kendimi unutma gayretinde canımı yakanı söyleyebilirim, geçip gitsin, bir de senin/sizin canını/zı yakanı dinleyebilirim,

gerçi, anlatmak ve dinlemek-ve-anlamak arasında bunca tarihsel materyalist mesafe varken, ne yapacağımı da bilemiyorum açıkçası, metafizik örgütlenmeler de geride kalmış haddi zatında; hadi beraber kaçalım desem, kaçalım desem sonra, sonra sen/siz kaçacak yer yok deseniz, kaçıp gittiğimiz yer de nihayetinde tükenir deseniz, tabii bok olur hayaller ya, mesele içinde bulunduğun kısıtlardan kaçabilme fikrini her an saklı tutmak,

bir de sıfırlamak kendini, sıradanlaştırmak, önemli gördüğün noktalarının bundan sonra altını çizme, üstünü çiz gitsin, görme önemlilerini, özelliklerini - ki bir başkası ancak kaybolduğun gecede yıldızlara rastlayabileceğini söylemiyor muydu- kaybol o zaman, sıfırla ben olanı,

yeniden varolmaya çalış, varol demiyorum bak, varolmaya yeniden çalış diyorum, kendini unuttuğun vakitlerde, kaçma hayalleri kurarken yeniden sonra; ama aslında kendin olarak, hiç bir şeyini eksiltmeden, kaçmadan, sakınmadan, tam da burada, bulunduğun zamanda, ama gayret

en güzeli ne biliyor musun, ilkbahar gelsin, tatlı taze ılık rüzgar.

bir varoluş biçimi olarak sosyalizm, ömer laçiner

Sosyalizm bir insani tercihtir. İdealdir. Kaynağı ve ekseni eşitlik olan bir arayıştır. Modern zamanlara kadar bu arayışın gerekçesi dünyadaki adaletsizlikti. Yoksulluk, ezilen ve aşağılananlar vs. Vicdanı titretir bu durum. Hâlâ da titretmelidir. Marx’a kadar bu durumun ekonomik paylaşımdan, mülkiyet rejiminden, bu işleyişi kollayan devletten kaynaklandığı düşünülürdü. Marx ise kaynağın mülkiyet tarzında yani hukuk ve devlette değil, bizzat üretim tarzında olduğuna işaret ederek, yepyeni bir ufuk açtı. Oysa geleneksel sosyalizm buradaki üretim tarzı dönüşümü vurgusunun yerine, yine mülkiyet tarzı değişimini koyarak, bu ufku kararttı, kapattı. Biz bir anlamda karartmayı kaldırmaya çalışıyoruz. Üretim tarzı dönüşümü ile, fikir, teknik üretimi, icadından diyelim, buğday üretimine kadar her alanda insanların basit otomatlar, niteliksiz emekçiler gibi değil, zihni kapasitelerini daha çok ve daha boyutlu seferber ederek gerçekten yapıcı ve yaratıcı hale gelecekleri bir durumu kasdediyoruz. Sosyalizm mücadelesi bunun imkan ve yollarının aranması denenmesidir. Böyle olmalıdır.Ve şüphesiz öncelikle bu temel ihtiyacın bilincine varılmasını, bunu gerçekleştirme istek, inanç ve coşkusunu yaratmalıyız. Bir diğer deyişle, insanların kendi varoluş biçimlerini sorgulama ve bizzat dönüştürme arzularıni harekete geçirmeye yönelmeliyiz. Sosyalizmin amacı olan eşitlik/eşdeğerlilik ancak böyle bir süreçte mümkün olabilecektir.

Yazının tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

6 Ocak 2011 Perşembe

gaza's youth manifesto for change

Fuck Hamas. Fuck Israel. Fuck Fatah. Fuck UN. Fuck UNWRA. Fuck USA! We, the youth in Gaza, are so fed up with Israel, Hamas, the occupation, the violations of human rights and the indifference of the international community! We want to scream and break this wall of silence, injustice and indifference like the Israeli F16’s breaking the wall of sound; scream with all the power in our souls in order to release this immense frustration that consumes us because of this fucking situation we live in; we are like lice between two nails living a nightmare inside a nightmare, no room for hope, no space for freedom. We are sick of being caught in this political struggle; sick of coal dark nights with airplanes circling above our homes; sick of innocent farmers getting shot in the buffer zone because they are taking care of their lands; sick of bearded guys walking around with their guns abusing their power, beating up or incarcerating young people demonstrating for what they believe in; sick of the wall of shame that separates us from the rest of our country and keeps us imprisoned in a stamp-sized piece of land; sick of being portrayed as terrorists, homemade fanatics with explosives in our pockets and evil in our eyes; sick of the indifference we meet from the international community, the so-called experts in expressing concerns and drafting resolutions but cowards in enforcing anything they agree on; we are sick and tired of living a shitty life, being kept in jail by Israel, beaten up by Hamas and completely ignored by the rest of the world.

There is a revolution growing inside of us, an immense dissatisfaction and frustration that will destroy us unless we find a way of canalizing this energy into something that can challenge the status quo and give us some kind of hope. The final drop that made our hearts tremble with frustration and hopelessness happened 30th November, when Hamas’ officers came to Sharek Youth Forum, a leading youth organization (www.sharek.ps) with their guns, lies and aggressiveness, throwing everybody outside, incarcerating some and prohibiting Sharek from working. A few days later, demonstrators in front of Sharek were beaten and some incarcerated. We are really living a nightmare inside a nightmare. It is difficult to find words for the pressure we are under. We barely survived the Operation Cast Lead, where Israel very effectively bombed the shit out of us, destroying thousands of homes and even more lives and dreams. They did not get rid of Hamas, as they intended, but they sure scared us forever and distributed post traumatic stress syndrome to everybody, as there was nowhere to run.

We are youth with heavy hearts. We carry in ourselves a heaviness so immense that it makes it difficult to us to enjoy the sunset. How to enjoy it when dark clouds paint the horizon and bleak memories run past our eyes every time we close them? We smile in order to hide the pain. We laugh in order to forget the war. We hope in order not to commit suicide here and now. During the war we got the unmistakable feeling that Israel wanted to erase us from the face of the earth. During the last years Hamas has been doing all they can to control our thoughts, behaviour and aspirations. We are a generation of young people used to face missiles, carrying what seems to be a impossible mission of living a normal and healthy life, and only barely tolerated by a massive organization that has spread in our society as a malicious cancer disease, causing mayhem and effectively killing all living cells, thoughts and dreams on its way as well as paralyzing people with its terror regime. Not to mention the prison we live in, a prison sustained by a so-called democratic country.

History is repeating itself in its most cruel way and nobody seems to care. We are scared. Here in Gaza we are scared of being incarcerated, interrogated, hit, tortured, bombed, killed. We are afraid of living, because every single step we take has to be considered and well-thought, there are limitations everywhere, we cannot move as we want, say what we want, do what we want, sometimes we even cant think what we want because the occupation has occupied our brains and hearts so terrible that it hurts and it makes us want to shed endless tears of frustration and rage!

We do not want to hate, we do not want to feel all of this feelings, we do not want to be victims anymore. ENOUGH! Enough pain, enough tears, enough suffering, enough control, limitations, unjust justifications, terror, torture, excuses, bombings, sleepless nights, dead civilians, black memories, bleak future, heart aching present, disturbed politics, fanatic politicians, religious bullshit, enough incarceration! WE SAY STOP! This is not the future we want!

We want three things. We want to be free. We want to be able to live a normal life. We want peace. Is that too much to ask? We are a peace movement consistent of young people in Gaza and supporters elsewhere that will not rest until the truth about Gaza is known by everybody in this whole world and in such a degree that no more silent consent or loud indifference will be accepted.

This is the Gazan youth’s manifesto for change!

We will start by destroying the occupation that surrounds ourselves, we will break free from this mental incarceration and regain our dignity and self respect. We will carry our heads high even though we will face resistance. We will work day and night in order to change these miserable conditions we are living under. We will build dreams where we meet walls.

We only hope that you – yes, you reading this statement right now! – can support us. In order to find out how, please write on our wall or contact us directly: freegazayouth@hotmail.com

We want to be free, we want to live, we want peace.

FREE GAZA YOUTH!

http://gazaybo.wordpress.com/about/