27 Aralık 2010 Pazartesi

60lar ve "red thread" üzerine

68 kuşağı ve 60lı yıllar son dönemde tekrar gündeme geldi. 60ların devrimci kapasitesini hatırlamakta elbette hayır vardır; öğrenci hareketleri, Vietnam karşıtı protestolar, cinsel özgürleşme ve dönemin diğer muhalif söylemleri, mücadeleleri. fakat 60lı yılları fetişleştirmemek, metalaştırmamak, hatta karikatürleştirmemek gerekir.

önceki kuşakların evvela "aşılmazlık"larını ortaya koyması, kendi kuşaklarını kültleştirmesi, sonraki kuşaklarda y/etkinsiz ve yetersiz olma hissiyatı uyandırır. 80 sonrası kuşakların muhalif duruşunun, ne yaparlarsa yapsınlar, 68, 78 vs. kuşaklarının gölgesinde kalması gibi. neyse biz konuyu yine ehline, erbabına bırakalım. red thread bu sayısını "tatlı 60lara" ayırmış. red thread müthiş bir dergi, şu anda ikinci sayısında. internet üzerinden yayın yapan, "kafa tutan" bir dergi. meltem ahıska ve erden kosova derginin yayın kurulu. ben ilk gördüğüm an vuruldum. mutad olarak, muhakkak, bakmanızı tavsiye ederim. buradan.

çiçek çocuklardan beatles'a, türkiye işçi partisi'nden amerika'daki sivil haklar mücadelesine, 60lara dair bir dizi not yayınlamışlar radikal'de, okumak epey keyifliydi, belki gözatmak istersiniz. buradan.

murat uyurkulak, anarşizm üzerine


Kendilerini anarşist olarak tanımlayan kesim, özellikle 12 Eylül sonrasında ve daha çok da 1990’lardan itibaren ortaya çıktı. Gençik arasında giderek yaygınlaşıyor anarşist hareket...
Şimdi şimdi artıyor, şimdi şimdi samimi bir şey gibi görünüyor. Samimiyete vurgu yapıyorum, zira yenilgi dönemlerinde, yenilginin müsebbibi saydığın teoriye, siyasî hatta tepki duyarsın ve yeni arayışlara girişirsin. Hele bir de yorgunsan, çok da gücün kalmadıysa, bu daha da kolaylaşır. Türkiye’deki anarşizmin on yıl önceki hali, bir yenilgi psikolojisinden bağımsız düşünülemez. Şunu söylemek doğru değil belki, ama tanımlasın diye söylüyorum: Bir kaçış noktası gibiydi anarşizm. Şimdi şimdi ayaklarının üzerinde durmaya, gerçekten ciddi bir politik hat olarak hayatın içinde varolmaya başladı. Bunda tabii yeni toplumsal muhalefet hareketlerinin sesinin çıkmasının, gey-lezbiyen ve kadın hareketinin de etkisi oldu. Gerçi kadın hareketi son dönemlerde biraz kötü durumda... Çünkü feministler akla gelebilecek en talihsiz durumlardan birine uğradılar, yüz çevrildiler. 90’ların başındaki feminist eylemleri hatırlıyorum, o dönem kadın hareketi çok dinamikti... Dünyayı kurtaracak hareketlerden biri işçilerin ya da ezilenlerin hareketiyse, hemen ikincisi de kadın hareketidir. İnanılmaz derecede devrimci imkânlar taşıyan bir hareket. Vaktiyle bu tür hareketlere yakın kadınlarla konuşuyorum, “feministler mi, boşver onları” diyorlar. Erkeklerin zaten canına minnet. Erkekler, feminizmin dibe batmasından son derece memnun. Çünkü iktidarı kullanmaktan vazgeçmek o kadar kolay bir şey değil. Feminist hareketin bu ülkede çok güçlü olması gerekirken şimdi ortalıkta gözükmüyor. Bu, müthiş bir talihsizlik.

Troçkistler, alternatif küreselleşme eylemleri sırasında anarşistlerin camları, çerçeveleri indirmelerini nefretle kınıyordu...
Birisi anarşistlerden nefret ettiğini söylerse, ben kıl olurum. Bakunin’in Devlet ve Anarşi'sini çevirmiştim. Onun önsözünde şöyle güzel bir şey diyordu: “Anarşistler, dünyadaki devrimci hareketin vicdanıdır.” Kendini muhalif gören bir insan, o bankaların camı, çerçevesi inerken bundan nasıl nefret eder, nasıl mutlu olmaz? Ondan nefret edersen, o zaman HADEP’lilerin Kadıköy’deki eylemlerinden, Kürtlerin eylemlerinden de nefret edersin. Bu doğru bir şey değil. Bir kere şiddet, çok tehlikeli bir kavram. Bir şeyleri şiddet üzerinden düşünmeye başladığında, çok gerilere savrulursun. Şiddet düzenin kavramıdır, aynı terörizm gibi. Malûm, her kapıyı açan anahtar oldu terörizm... Kolombiya’daki FARC da terörist, İspanya’daki ETA da, yarın öbür gün, emin ol Marcos da terörist olacak. Başını kaldıran, isyan eden herkes terörist bu dünyada. Şiddet de öyle bir kavram. Mazlumun gösterdiği tepkiyi şiddet olarak tanımlayamazsın. Şiddet başka bir şeydir. Ne oranın, ne buranın şiddeti olmasın dersen, çok doğru bir önermede bulunmazsın. İsrail’le Filistin’i düşün, Hamas’ı düşün. Tak tak intihar eylemcisi kurban ediyorlar. Burada sen Filistin mücadelesine destek veren biri olarak, onun içinden biri olarak bunun doğru olmadığını söyleyebilirsin. Ama “Hamas’ın yaptığı terörizmdir” dediğin vakit, burada bir hata var. Önce İsrail’i teşhir etmek, Hamas’ı ondan sonra değerlendirmek lazım. Hamas’ı zerre kadar sevmiyorum, o ayrı bir mesele.

23 Aralık 2010 Perşembe

her erkeğin kalbinde bir süperkahraman yatar!

"Küçükken en mutlu olduğum anlardan biri de, bir kedinin peşimden ya da yanımda yürüdüğü anlardı. Kendimi gururlu bir kahraman gibi hissederdim." Aslı Ç., 22 Aralık 2010*

*bu derkenar için Sevgilim'i en kalbi hislerimle selamlarım.

the crisis of capitalism by harvey

david harvey, ekonomik antropoloji alanında yazan, neoliberalizm üzerine yaptığı marksist analizleri ile bilinen muazzam bir akademisyen. 1980lerden sonra, kapitalizmin değişen yüzünü "accumulation by dispossession," yani, müksüzleştirerek sermaye biriktirme olarak tanımlıyor. harvey'nin son küresel finansal krizi analiz ettiği animasyon dillere pelesenk oldu. bu hafta, prof. çağlar keyder vesilesi ile izleme fırsatım oldu, derste. animasyonu buradan izleyebilirsiniz, Harvey: The Crisis of Capitalism.

21 Aralık 2010 Salı

paralar ve ulusal imgeler

wiki'de bakınırken bir azerbaycan parası ile karşılaştım. aklıma geldi, not düşeyim istedim. paraların üzerindeki temsiller, ülkelerin ulusal tahayyülünün nasıl oluştuğuna ve nelerden oluştuğuna dair önemli bilgiler sunar. ilk kritik nokta, paraya azerbaycan haritasının işlenmesi. ki ulus olmanın şartlarından birisi vatan sınırlarının resmedilmesi ve yaygınlaştırılmasıdır der anderson. ikincisi, arka plana orhon yazıtlarından bir parça konulması. malum orhon yazıtları bilinen ilk Türk alfabesi. Yani Azerbaycan'ı tarihi kökenlerinin, Orta Asya Türk dünyasından geldiğinin tasavvur edilmesi, bunun yansıtılması. ki ulus olmanın şartlarından birisi kökenlerin "yaratılması" ve yaygınlaştırılmasıdır der anderson. üçüncüsü, alttaki ufak resimde, ülkenin asya kıtasının bir parçası olarak değil de, avrupa ile birlikte resmedilmesi. yüzünün avrupa'ya dönük olduğunu, jeo-politik referansının avrupa olduğunu ima ediyor. sanki. bu benim okumam, ne kadar hakikatlidir bilinmez.

12 Aralık 2010 Pazar

annelik ve kadın istihdamı üzerine

Jale Özgentürk'ün, Evde kalmış kızlar ekonomiyi batırır mı? yazısından alınmıştır.

Sanayi devrimi dönemi.Yani 17 ve 18'inci yüzyıllar. Olay yeri İngiltere. Büyük ekonomik ve siyasi sarsıntıların yaşandığı dönemde evlilikler de azalıyor, evlenemeyen kızların sayısı giderek artıyor. Konu büyük bir sorun haline gelince iktisatçılar ve felsefeciler tartışmaya başlıyor. Suçlu evlenmeyen kızlar oluyor. Çocuk doğuran kadın sayısı da azalınca nüfus dengesini giderek bozuyor. Bu durumun erkek işgücü eksikliğine neden olacağı, bunun da devletten çalmak anlamına geleceği savunuluyor.

Evde kalmış kızların tek çalışabileceği meslek ise tekstil oluyor. Tabii ki, kadın işgücünün piyasaya girmesiyle de ücretler aşırı düşüyor. Sorun o kadar büyük ki bu konuları içeren kitaplar bile yazılıyor. O dönemin felsefeci, ekonomistlerinden William Hayley, 1785'te yazdığı "Evde Kalmış Kızlar Üzerine Felsefi, Tarihi ve Ahlaki Bir Deneme" adlı kitabında evlenmemiş kızların yarattığı tahribatı anlatıyor.

Evde kalmış kız kelimesinin karşılığı İngilizce'de spinsiter, yani 'kız kurusu.' Öyle ki, bu kavram da o dönem The Spinsiter (Kız kurusu) adında çıkan bir gazeteden geliyor. 1673'te yayımlanan The Ladies Callin 'Kadınların Görevleri' adlı eserde ise şöyle deniyor: 'Evde kalmış kız hiç bir poetik öfke tanrıçasının aşamayacağı bir lanet. Doğadaki en baş belası yaratık.'

Sosyalist ya da kapitalist farketmiyor, kadının "anneliği" her dönem dünyaya hükmetmek isteyen devletler tarafından bir kahramanlık olarak sunuluyor. Annelik tabii ki kahramanlık. Hele de bu zor hayat koşullarında. Sorun bir 'üretim' sorunu değil, kadının eşit bir birey olarak varolma sorunu.

* Türkiye'de resmi işsizlik oranı yüzde 10.6. Kadın işsizlik oranı ise yüzde 12.

* 11 milyon kadın evde. İş gücü piyasasına kadınların katılım oranı yüzde 28'lerde.

* Türkiye anne-bebek ölüm oranının çok yüksek olduğu bir ülke. Beş çocuktan biri ise çalışmak zorunda.

* Çalışan kadının derdi ise daha büyük. Çünkü İşyerlerinde kreş yok. Ya da kreşe verecek para yok.

11 Aralık 2010 Cumartesi

hafıza üzerine

Foti Benlisoy'un, Ahmet Kaya'yı nasıl anmalı, yazısından alımıştır.

Yıldönümleri, anmalar hiçbir zaman masum ya da gayrisiyasi değildir. Anılan hadise ya da kişi ne kadar radikal olsa da onun hatırası her an ele geçirilip ehlileştirilmeye, konformizmin nesnesi haline getirilmeye açıktır.

İktidar her devirde geçmiş mücadelelerin izlerini ortadan kaldırmaya ya da o izleri yeniden anlamlandırarak onları ehlileştirmeye, normalleştirmeye çalışır. Unutturmak mümkün olmuyorsa, anı depolitize edilir, radikal içeriğinden arındırılır.

Depolitize edilen anı artık ezilenlerin yeni mücadeleleri için bir esin, geçmişteki bir umut kıvılcımı olmaktan çıkar. O artık üzerinde herkesin anlaştığı bir değerdir; ancak tam da herkesçe benimsendiği için değerini yitirmiştir.

Bir hadiseyi, bir kişiyi anmak, hatırlamak onu tekrar etmek değil, yeniden ve çok farklı koşullar altında yeniden oluşturmak, inşa etmektir. Dolayısıyla "geçmişle yüzleşmek" ya da geçmişi anmak, orada bir yerlerde durup bizi bekleyen bir hadisenin ya da figürün yeniden keşfedilmesi, pasifçe hatırlanması değil, onun bugünkü gerçeklik içerisinde yeniden tasarlanmasıdır. Hafıza bu anlamda aktiftir; hafızayla ilişkimiz, sanıldığının aksine, geçmişten çok gelecekle ilgilidir. İnsanlar ancak yeni bir gelecek tasarladıklarında hafızalarını tazeleme ihtiyacı hissederler. Bu anlamda tarihle yaşanan her yüzleşmenin, her hatırlamanın siyasi bir içeriği vardır.

Öyleyse bellek ihmal edilmemesi gereken bir mücadele alanıdır.

10 Aralık 2010 Cuma

weber üzerine notlar - ik

Derek Sayer, Without Regard for Persons'ta, Weber’i Marx’a karşı ve Marx ile birlikte okur. Weber’e göre modern dünyanın, düzenin kökü rasyonelleşmede aranmalı, kapitalizmde değil. Kapitalizm rasyonelitenin sadece bir yüzü, oysa rasyonel motifler tüm toplumsal yaşama dağılmış durumda; fakat şunu unutmamak gerekli, küresel rasyonelitenin en sarih görüleceği örnek, yine kapitalizm.

Marx üretim koşulları ile üreticiler arasındaki ilişkinin kesildiği bir yabancılaşmadan bahseder; Weber’e göre, bu durum modern toplumsal örgütlenmenin tümüne sızmış durumda. Rasyonelleşme süreçleri beraberinde iktidar araçlarının merkezileşmesini getiriyor, "bürokratik devlet aygıtı" bunun açık bir örneği. Bu tür bir ilişkiden yoksunlaştırma durumu –maddi dünya ile özneler arasında kurulan içkin ilişki- modern özneleri, modern toplumun makineleri haline getiriyor. Bu kurumsal rasyonelleşmenin temel prensibi.

Bir tasavvur olarak bürokrasi, modern yaşamın tüm alanlarına sızıyor, kontrol ediyor. Bürokratik otorite, ancak modern devlette ve kapitalizmin kurumsal gelişimi ile mümkün olabilir. Bu kurallarla belirlenmiş, hiyerarşik, iş bölümünün kesinleştiği ofislerle kurulu bir dünya. Bürokratik disiplin ile tüm kişisel eleştiriler askıya alınıyor; modern özneler, bu disiplin içerisinde mekanikleşmek durumunda. Memuriyet emirlere itaat etmek demek. Weber bu itaatkar halin ve mekanikleşmenin, sabit maaş ve sabir kariyer üzerinden sağlanabildiğini söylüyor.
İster özel sektörde, ister devlette, memuriyet uzman bilgisini ve teknik eğitimi gerektiriyor. Malum, bu rasyonel, ihtisaslaşmış, uzman bilgisi kapitalizmin şiarı. Fakat bu ihtisas sahibi insan profili, "kültürlü adam" idealinden oldukça uzak. Bu memur tipolojisi sadece teknik konularda söz sahibi. Weber bu tipolojiyi, "modern dünyadaki ruhu olmayan uzmanlar" olarak tasvir ediyor. Weber’e göre bu rasyonel-teknik bilginin, bir ruhu ya da hissiyatı yok.

Fakat bunun yanında, bu bürokratik disiplinin kendine has bir etiği var. Bu disiplin, görev bilincini gerektiriyor. Yani, bürokrasinin ahlaksız makineleşmesi, paradoksal bir biçimde, bireylerin iş ahlakını geliştirmelerine bağlı bir durum. Weber’e göre, bu kendini inkar hali ve iş ahlakına tabiiyet olmasa bürokratik model çökerdi.

Weber, bürokratik yapıyı ve tasavvuru mümkün kılan araçlardan bahsediyor, bunlar moderniteye özgü araçlar: dokümantasyon (yani dosyalama); resmi işlerin özel hayattan ayrıştırılması; kamusal olan ile özel olanın, iş hayatı ile özel hayatın ayrıştırılması; son olarak muhasebe kayıtlarının tutulması, defter tutma hadisesi. Bunlar, iktidarın uygulanmasını ve kapitalizmin rasyonel örgütlenmesinin mümkün kılan, hatta meşrulaştıran araçlar.

Marx’a oldukça benzer şekilde, Weber hanenin ya da ailenin ufalmasından bahseder. Tüketimci birim olarak modern hane, anne baba ve çocuklardan oluşuyor. Bu durumda, mülkiyet hakkı aile reisine aittir. Sayer, ataerkilliğin kapitalist üretimin temel ilişkisi olduğunu söyler. Bu yeni aile biçiminde, yeni haneler ancak ekonomik yeterliliğe kavuştuktan sonra kuruluyor. Bu durumda, yeni hanenin ne zaman kurulacağı, kaç çocuk sahibi olunacağı, tamamen ekonomik hesaplara bağlı. Bu tür bir üreme biçimi, Kuzeybatı Avrupa’daki kapitalist gelişmede önemli paya sahip.
Sayer, Marx ve Weber’in bürokrasi kavramsallaştırmalarının oldukça benzer olduğunu söyler. Modern devletteki bürokratik idarenin ön koşulu, gelişmiş para ekonomisi. Dolayısıyla rasyonel bürokratik devlet ile rasyonel kapitalizm arasında sıkı bir ilişki var. Kapitalizmin kamusal ve özel alan ayrımı, ancak bürokrasinin gayri-insani (depersonalized) idaresi ile mümkün olabilir.
Weber’in devlet mefhumu, hakimiyet ilişkisi üzerine kuruludur; devlet meşru bir şiddet kullanır. Modern devletin şiddet kullanması dahil olmak üzere, meşruiyeti, yasalara olan güvenle ve diğer rasyonel kuralların varlığı ile açıklanır. Bu hakimiyet ilişkisinin düzenlenmesini de bürokrasi üstlenir. Bu durum şöyle açıklanır: Eski zamanlardaki gibi belli bir kişiye ya da zümreye sadakat yoktur, modern sadakat gayri şahsidir (impersonal). Sayer’in without regard for persons dediği durum da budur. Weber’de kadı adaleti ve rasyonel adalet ayrımı vardır. Bürokratik olmayan adalet, Kadılık müessesesinde olduğu gibi, keyfilik içerir ve bir lütuf olarak uygulanır. Rasyonel hukuk ise bir takım soyut (abstract) normlara dayanır. Bu durum, aynı zamanda, moderniteyi çok iyi tarif eder: bireyler artık bir takım soyutlamalar ile yönetilmektedir. Bu soyutlamalar, bürokrasinin işleyişini meşrulaştırır.
Bürokratik örgütlenmenin, temel belirleyeni "teknik üstünlüğü"dür. Bürokrasi, bir makine gibidir. Kesinlik, doğruluk, hız, süreklilik, dosyalama üzerinden hareket etme ile adeta bir makineye benzer. "Hata payı yoktur." Gayriinsani bu durum üzerinden, irrasyonel olan, duygusal olan tamamen dışlanmış olur. Weber’e göre, bürokrasi bir kez temellendiğinde ya da kurulduğunda onu yıkmak imkânsızdır. Zira, bürokratik mekanizma ortadan kalkarsa bir kaos oluşur. Bürokrasi bir mekanizmadır, çünkü kişilere bağlı olmadan çalışan bir sistemdir. "Demir kafes metaforu"nda temsil edildiği gibi ondan kaçmak imkansızdır. Sayer, demir kafes yerine başka bir metafor önerir: salyongoz kabuğu/iskeleti. Kabuk/iskelet bir yüktür, fakat onsuz yaşayamazsınız. Fakat, demir kafesten kilidi açıp çıkabilirsiniz. Modern devletin bürokrasiye olan mecburiyeti konusunda, Weber oldukça karamsardır.
Weber’in sosyalizme olan husumeti bu bağlamda anlaşılabilir. Cüsseli bir devlet ve kitle partisi ancak bürokratikleşmeyle sürdürülebilir. Üretim araçlarının toplumsallaştırılması, bürokratik iradenin iktidarını artırır. Sayer'e göre, Weber sosyalizmin kaderini görseydi, şaşırmazdı. Fakat, sosyalist ülkelerde yaşanan bu son, aynı zamanda, Weber’in tezini yanlışlıyor. Bürokrasinin yıkılmaz oluşu artık şüpheli. Weber, sosyalizm/kapitalizm tartışmasında ironik bir pozisyona düşer. Çünkü, rasyonelleşmenin en önemli aracı olan kapitalizm, toplumsal yaşamın tümden bürokratikleşmesini engeller.
Weber’in anti-modernist tavrının altında, rasyonelleşmenin sebep olduğu hala kırıklığı var (disenchanment). Rasyonel ve bilimsel olan, büyüden ve batıl inançlardan kurtarmadı; aynı zamanda, telafi edilmez bir boşluk yarattı. Hayal kırıklığının sebebi budur. Marx dinin eleştirisini tüm eleştirilen başlangıcı sayar, zira "din insanları uyuşturan bir afyondur". Akıl vasıtası ile insanların gözünün açılması, Marx için bir ilerlemedir. Weber’e göre ise, akıl ile ulaşılan bu yeni farkındalık büyük bir hayal kırıklığına sebep olmuştur. Fakat, aynı zamanda, Weber aklı ve bilimi bir zanaat olarak görür; rasyonel akıldan vazgeçmez. Paradoksal bir pozisyona sürüklenir.
"Bilimsel rasyonelite" dünyayı anlamak için bir araçatır, Weber’de. İronik olarak, "bilimsel rasyonelite" ile, rasyonelleşmenin şeytani yönünü anlamaya çalışır. Bilim, değerler konusunda sessizdir; insan hayatına anlamını veren nedir, sorusu bilim ile anlaşılamaz. Bilim ile her şey anlaşılabilir, hesaplanabilir, keyfiliğe yer yoktur. Bu durumda, insanların günlük hayatlarına anlam veren aşkın değerler ortadan kalkar. Bilim bunu telafi edemez, alternatifini de üretmez. Modern durum telafi edilmeyen bir boşluk yaratır. Modern birey ilerleme fikrine tabidir, bu sonu gelmeyen ilerleme tasavvuru içerisinde, ölüm bile anlamını yitirir.
Kapitalizm modern durumu anlamak için sadece bir yüzdür; "rasyonel soyutluk" çok daha şumullüdür. Kapitalizmin hedef alınması, çözümün içkin bir parçasıdır; fakat Weber’in bahsettiği, modern toplumsal yaşamın mekanikleşmesi, rasyonelleşmesi ve bürokratikleşmesi daha şümullü bir bakış gerektirir. Weberian pozisyonun önemi de burada ortaya çıkar. Gerçi, Weber modern durum konusunda oldukça karamsardır; Weber’de Marx’da olduğu gibi özgürlükçü politikalar bulmak pek olası değildir.

4 Aralık 2010 Cumartesi

kısa bir hikaye

ağzından kanlar süzülürdü, ciğerime jilet tükürürdü, ah benim kıymetli biraderim.

hayattan düştükten sonra, kollarına vurduğu çentikleri gördüm ilkin,
jileti dilinin üzerinde oynatabilme kabiliyetini takdir ettim.
hayattan düşen diğer insanlar gibi "sen ne bilirsin" bakışı atmıyordu,
nitekim hayattan kabre düşmüş bir ölü kadar tevekkül sahibiydi.
son kertede, şefkatinden sual olunmaz ya, çok şefkatliydi.

uzun süre sonra karşılaştık; koştum elini öptüm, boynuna sarıldım.
"ağabey beni affet" dedim.
oysa o çoktan tabancasını çekip, kafama dayamıştı.
gözlerinde tereddüt yoktu, beynimin pekmezini akıtmaya hazırdı.
beni çok sevdiği için, beni öldürmesi gerekiyordu.
gözlerimden öptü, tek hamlede tetiği çekti.
ben artık şakacı bir ölüydüm.

10 Ekim 2010 Pazar

not.

zamanın bıçak gibi kesildiği anlar var. bütün koşturmalarımın çabalamalarımın tutunmaya çalışmalarımın boşa çıktığı anlar. elimde olmayan anlar, herşeyin anlamsızlaştığı anlar. işte, bu anlarda, deli gibi korktuklarım çekindiklerim yüzleşmekten fellik fellik kaçındıklarım, gelip yakama yapışıyorlar.

on yıl önce ailemin yanından ayrıldım. yatılı okul lise üniversite yüksek lisans derken, on yıl olmuş. çoğu zaman bunu kendime bile söylemekten çekinirim: ailemi özlüyorum. özlediğim anlar canıma batıyor, tenime batıyor.

ilk zamanlar, hep merak ederdim, acaba şimdi ne yapıyorlardır, diye. 'bizim ev'e bu akşam misafir gelmiş midir, amcamlar mı yoksa halamlar mı acaba; babam hangi koltukta tatlı horlama seansına geçmiştir geceye doğru, annem günün son bulaşığını mı yıkıyordur bu saatlerde; hangi kanalda takılı kalmıştır televizyon. bu soruları sorarken, kendimi 'bizim ev'de buluverirdim, televizyonu sağ taraftan karşısına alan açık kahve koltukta. bir yandan babamın tatlı horlaması, bir yandan annemin tıngır mıngır bulaşık sesleri, hafif şikayet halinde televizyon izliyorum.

sonra işte, bizim ev, dilime uzak dilime yakışmayan iki kelimeye dönüştü. ancak tatillerde, ancak ziyaret edebildiğim babaevi, anneevi oldu zaman içerisinde. sonrası tamamen misafir ziyaretleri, eskişehir'de sayılı günler saatler.

bak bak kuş uçuyor, bugün babamdan haber aldım, endişeleniyorum.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

iki film

iki film değerlendirmesi, eleştiriler. ilk hayatımın kadınısın. bir uğur yücel filmi. eski bir musiki sanatçısına aşık olan tophaneli bir delikanlının hikayesi. tophane delikanlısı dediğime bakmayın siz, eskinin bıçkın delikanlısı olmuş şimdinin istanbul beyefendisi. uğur yücel'in orhan gencebay'a meyyal tiplemesi oldukça başarılı. babacan ve oldukça saygılı duruşu alıp götürüyor. film, başlı başına, uğur yücel performansı için bile izlenir. bunun yanında, türkan şoray ve settar tanrıöğen'in performansları cabası. pek çokları filmi kitsch bulmuş, bence bir parça haksızlık ediyorlar. gönül telini titreten çok efendi bir aşk, kalıbına oturmuş, iyi temsil edilmiş nihayetinde.

ikinci film, takiye. almanya-türkiye ortak yapımı, 2010'da çıkmış. almanya'da bir islami yatırım şirketi almış başını yürümüş, bu şirketin türk-müslüman bir aileyi dramatik bir sona sürüklemesi anlatılıyor. filmi önyargılı ve nisbi olarak islamafobik bulmam bir kenara, film "milli güvenlik ve istihbarat" mefhumları üzerinden prim yapmaya çalışıyor, bu gıcıklayıcı bir durum. müslüman hayat tarzının vitrinde kaldığını hissediyorsunuz. belki de resmedilenlerin bujuva olmalarından. fakat, daha önemlisi esas vurgu, film boyunca modernleşmiş müslüman diasporayı temsil eden bir aile yeniden yapılandırılıyor (deconstruction - reconstruction). yani daha açık ifade etmek gerekirse, film avrupa'daki müslüman hayat tarzının radikalliklerini kırparak, temsili olarak laikleştirmek derdinde (sekülerleştirmek değil).

nokta

şeyh sait, direnişten sonra yakalanır, istiklal mahkemelerinde yargılanır ve idam cezasına çarptırılır. mahkeme esnasında kendisini yargılayan vekile dönerek ve şöyle söyler: senden hoşlandım, fakat öbür dünyada görüşürüz.

12 Ağustos 2010 Perşembe

[anthropology now]

aktivist antropolojinin nadide örneklerinden birini sunuyor, anthropology now. new york şehir üniversitesi etrafından kümelenmiş bir grup antropologun emekleri sonucunda ortaya çıkmış. kırılgan gündemler etrafında, politik kaygılarla örgütlenmiş, hayata dokunmaya yeğleyen bir platform olduğunu söylemek hata olmaz sanıyorum.

Anthropology Now is an independent initiative committed to claiming a public voice for anthropology. We believe that anthropology has important insights to contribute to contemporary conversations and policy debates. Through our field research and in-depth, holistic analysis, anthropology presents an oblique perspective on mainstream common sense. By challenging taken for granted “truths,” we believe anthropology can enrich public understandings of the world.

hayretine mucip olanlara,
http://anthronow.com/

27 Temmuz 2010 Salı

akşam'a

kırşehir'de vurulur sazın teline, istanbul'da akşam vakti olur, bir duble rakı içeriz aynı kadehten, sevgilim.

23 Temmuz 2010 Cuma

bir illüzyonsa şayet!

Illusion-Orhan Veli

Eski bir sevdadan kurtulmuşum;
Artık bütün kadınlar güzel;
Gömleğim yeni,
Yıkanmışım,
Traş olmuşum;
Sulh olmuş.
Bahar gelmiş.
Güneş açmış.
Sokağa çıkmışım, insanlar rahat;
Ben de rahatım.

Kaynak: Ses, 1.4.1940

akademik dipnot

Bir toplum zenginse, bireylerin elleriyle çalışmalarına gerek yoktur; kendilerini zihin ve ruh etkinliklerine adayabilirler. Gitgide daha çok üniversite, gitgide daha çok öğrenci olacak bizim toplumumuzda. Öğrenciler derece almak istiyorlarsa, tez konuları bulmaları gerekecek. Dünya yüzündeki herşey hakkında tez yazılabildiğine göre, tez konuları da sonsuz sayıda demektir! Sözcüklerle dolu bir sürü sayfa; mezarlıklardan daha yaslı yerler olan arşivlerde üstüste birikiyor. Yaslı, çünkü oraları kimse ziyarete gitmiyor, hatta Azizler yortusu'nda bile. Kültür aşırı üretimden, sözcük çığından, nicelik çılgınlığından yokolup gitmekte. Senin eski ülkendeki bir tek yasaklanmış kitabın bile bizim üniversitelerimizde çiğnenen milyarlarca sözcükten daha değerli olması da bu yüzden işte.

Franz'dan Sabina'ya

12 Temmuz 2010 Pazartesi

bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

güftesi celal erten'e, bestesi kadri şençalar'a ait hicaz makamında bir şarkı; hissiyatı tamamen siz dinleyenlere kalmış..."neyleyim köşkü, neyleyim sarayı, içinde salınan yar olmayınca."

çoğu zaman geceye heceler dökülür, kelimeler kırılır, bir de bakarsınız cümlelerin boynu bükük kamış. siz oturup geceye mânâ biçmek düşer. çünkü, ancak iptidai bir güzellemedir sabahı.

fakat bazen bir tesadüf, bir izlek, bir çağrışım alır sizi olmak istediğiniz geceye götürür. geceye şükretmek boynumuzun borcu. ah geceyi gündüze erdiren güzel.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

[bir aşk hikayesi] -3- meliha'nın serzenişi

adi orhan... zalim herif...yüreğimin bam teline dokunmuştu çapkın bakışların...ya ne yapaydım, tatlı sözlerine kandım.

en kötüsü de ne biliyor musun, sevdiğin tarafından unutulmak. unutulduğunu bilmek. unutulduğunu kabullenmek zorunda kalmak. insanlar sevdiklerinin muhayyilesinde varolabilirler ancak. beni gör orhan. ne ben mevlana'yım ne de sen şems'sin biliyorum. ama hilkatli hakikatler bunlar be adam, ne yaparsın.

ahmak herif, bunların hiçbirini anlamadın, anlayamayacaksın da. yirmilik bir pilicin kucağına atlayan sen, orhan sen, sen be adam, ne anlayacaksın bunlardan.

peki şöyle desem, aslında ne sen vardın ne de ben. sen ve ben ancak birlikteyken varolabildik. yaşayanların hayatı ancak akis bulduğunda, karşılık bulduğunda varolabilir. sen şahitlik edesin ki, ben yaşadığımı bileyim. sen gör ki ben yaşayayım. ben baktıkça sen yeniden varol.

evlilik söz vermek demektir be adam, biat etmek demektir. sen uçkurunun peşine düş, olacak iş mi bu senin yaptığın orhan, geber emi, mahvol...

neler unutulmuyor ki be orhan. fakat sen yine de bana, neler unutulmuyor ki, deme orhan. seni unutmamı bekleme. bu sana önem verdiğim için falan değil, bu saatten sonra sen yoksun oğlum artık, bittin benim gözümde. unutmam unutamam, çünkü unutmak kendime yaptığım en büyük saygısızlık olur. e seni unutacaktım da neden yirmi sene senle birlikte oldum be adam? seni unutursam, ben kendi hikayemi, geçmişimi unutmuş olurum.

hem unutmak kabullenmek demek be orhan. bana gidişimi kabullen mi diyorsun? orhan beynim karıncalanıyor, anlıyor musun, artık düşünmekte zorlanıyorum...hayatıma devam etmek istiyorum. tanrım, yarın yepyeni bir sabaha uyanayım, lütfen.

ben seni nasıl unutacağım orhan?

4 Temmuz 2010 Pazar

dilber'in sekiz günü

son zamanlarda izlediğim en iyi yerli film. hikayeyi biliyorsunuz, tahmin ediyorsunuz. fakat film öyle bir yerden bağlıyor ki, sonuna kadar tek nefeste izliyorsunuz. içinizi burksa da hem filme hem hikayeye doyuyorsunuz. aynı zamanda, şunu söylemeli, bir erkeğin ağzından bir kadın filmi dilber'in sekiz günü. dibine vurduran film. cemal şan'a selam olsun.

bir bağlama sesi,
bir aşık adam türküsü,
bir dupduru kadın yüzü...
bir de upuzun yollar; yürümekle aşınmayan.
duya duya kanıksayıp bi de üzerine beğenmez olduğumuz sevgi sözleri içinde dolanırken,
bir söze gönül bağlayıvermenin hikayesi...

"ruhumun prensesi"

fırat tanış ve nesrin cavadzade'nin dilber ile mehmet'i...

[bir aşk hikayesi] -2- meliha'nın muhasebesi

seni tanıdığım güne lanet olsun, orhan. şu fani hayattaki imtihanım senle başladı, senle bitti. küçük kıyametim oldun.

o gün var ya hani o gün, hani sana "he orhan, evlenelim aşkım" dediğim gün. o kaypak gün, ulan havada yağmurluydu zaten, bu işin olmayacağını hemen o gün anlamam lazımdı. ben yağmuru sevmem orhan. yok efendim yağmur ne kadar romantikmiş, ruha sirayet edermiş, yağmurlu havalarda beraber yürümesini bilmeliymiş, hayat denen bu yolculukta yağmurlar hep sürecekmiş, hava hep kapalı olacakmış, biz birlikte olursak yağmurlar sağanaklar dolular vız gelirmiş. mış miş mış miş. o şemsiyenin sapını birlikte tutalımmış, birimiz yorulunca, o şemsiyeyi diğeri...o sap var ya o sap orhan, o sap senin bir tarafına...ağzımı da bozdurdun benim hayvan herif. ne vardı sanki gitmeyeydin. yine sevseydin beni.

beni bu kapalı havalar mahvetti orhan, senin yağmurdan muzdarip olman mahvetti, saçma sapan romantik tavırların. hayır şimdi düşünüyorum, zerre miktar romantizm de yok, ipe sapa gelmeyen zırvalar. romantizmin r'si yok ulan içerisinde. ah sen ne kolpa bir herifsin orhan. ya sahi orhan sen beni nasıl baştan çıkardın, beni tavlamayı nasıl başardın. esas benim Allah belamı versin, senin o yapmacık ve yüzeysel tavırlarına nasıl katlandım ben orhan. nasıl oldu da "sen neler saçmalıyorsun be adam" diyemedim. neden oracıkta ense köküne bir şaplak atmadım, ne oldu da koşarak uzaklaşmadım. yok yok, ben suçluyum orhan. senin gönlün rahat olsun. git o yirmilik çıtırının yanına sen. bütün hata ben de orhan, seni sevmeyi başaran bu zihniyette sorun.

ah ulan orhan. ben senin için babama karşı gelmedim mi? delikanlı bi kızdım ulan ben, çıktım babamın karşısına "beni bu adama vereceksin" dedim. orhan, hayvan herif, vicdan yoksunu, kırkından sonra azan bünyeni hangi teneşir paklasın be adam. senin yüzünden bütün ailem bana küstü orhan. sadece büyük ablamla konuşuyoruz şimdi. ulan senin yüzünden evlatlıktan reddetti babam beni. adam geldi, "bak kızım, hata ediyorsun, bu adamın ipiyle kuyuya inilmez, kendine gel yavrucum" dedi. ben ne dedim peki orhan. seviyorum, dedim. tek kelime, dört hece. sen hiç sevdin mi orhan, beni bir an olsun gerçekten sevdin mi?

[bir aşk hikayesi] -1- ve orhan meliha'yı aldattı

aşk çiftleşme arzusunda duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur. (milano'dan hay bin kunduz, 16.yy)

erkeklerin soğuk ve kötü kalpli canlılar olduklarını duyumsayarak yazıyorum bu satırları, orhan. yıllarca birlikte yaşadığı erkek tarafından aldatılmış olmanın verdiği öfkeyi bütün erkeklere bok atarak söndürmek isteyen bir kadının kararlılığıyla. ama bak şekerim bu saçları boşuna ağartmamışım, bak şıp diye anlayıverdim lavuğun beni aldattığını, fakat şekerim ben bu saçları boşuna ağartmışım bir ömrü bok yoluna heba ettim.

aşk, ayakkabılarının kapımın önünde olması demektir, bir de haftasonları audi a4 ile gezmeye çıksak hiç fena olmaz aslına bakarsan, di mi hayatım? (bir postmodern ozan, muhsinu, 21.yy)

orhan, hiddetim daha da artıyor. dünyanın üzerine nefret oklarını salmak üzere olan kolpadan bir afroditim ben. ne zeus ile ne de zeus olmadan. nefertiti ve kibele aşkına, tüm bunları geride bırakıp daha fazla içki içmeliyim. belki geceleri kulübe gitmeliyim. aşk aynı zamanda bir orantısız güç kullanma biçimidir, demişti babam, tutumlu bir biçimde tüketmesini bilmeyenler için bir hızlı tüketim biçimidir. orhan boyun devrilsin, hani beni kötü günümde de sevecektin. rahmetli babam çok haklıymış orhan, görüp görebileceğim en büyük pislik senmişsin.

aşk retrospektif olarak şu şekilde kategorilere ayırabiliriz: bir seksek oyunu olarak aşk, bir vitrin biçimi olarak aşk, bir hükmetme biçimi olarak aşk, bir katliam biçimi olarak aşk. hani seviyodun, nanik, nanik...dandik lan bunun aşkı.

bak orhan yemin ediyorum, gözüm görmesin seni, o yirmilik sürtüğünü gözümün önünden çek, bak Allah'ın adını verdim, mahvederim seni ve "yeni sevgilim" diye ortalıkta gezdiğin o minik sürtüğü. gözümün içine mi sokmaya çalışıyorsun, orhan? ben başka sevgili bulamaz mıyım sanki, orhan? çok da iyisini bulurum afedersin, neden bulamayacak mışım, bulur muyum be orhan? ah be orhan, canım sevgilim. bu yaştan sonra başkalarına da sevgilim diyecektin, beni gıdıkladığın gibi onu da gıdıklama orhan; eğer ona da pazar kahvaltılarında tereyağlı ballı ekmek yedirmeye kalk..ar..sa..n...Allah belanı versin senin orhan, ben bu saatten sonra kime güveneyim, tükettin, mahvettin beni, ben bu saatten sonra aşık mı olurmuşum, muşum, muşum, muşum...Orhan, gerçi aşık da olabilirim, yani büyük konuşmamak lazım şu hayatta. Ama orhan olmuyor yani. Küme düşmüş bir birinci lig takımıyım ben, saygısız herif. Orhan. Han. Han. Han. Ya ben esas kendime kızıyorum, senin gibi bir kansız, adi, mikrop ile nasıl bunca sene yaşamaya katlandım.


30 Haziran 2010 Çarşamba

some intellectuals

"To have faith means to dare, to think the unthinkable, yet to act within the limits of the realistically possible; it is the paradoxical hope to expect the Messiah every day, yet not to lose heart when he has not come at the appointed hour. This hope is not passive and it is not patient; on the contrary, it is impatient an active, looking for every possibility of action within the realm of real possibilities. Least of all it is passive as far as the growth and liberation of one's own person are concerned.... The situation of mankind is too serious to permit us to listen to the demagogues - least of all demagogues who are attracted to destruction - or even to the leaders who use only their brains and whose hearts have hardened. Critical and radical thought will only bear fruit when it is blended with the most precious quality man is endowed with - the love of life."

Erich Fromm (1973) The Anatomy of Human Destructiveness, page 438

gayri-resmi eğitim ansiklopedisi güzel bir hizmet yapmış. marksist, yapısalcı, post-yapısalcı falan demeden bi kısım düşünürler üzerine kısa yazılar neşretmiş. kısa ve kolayca okunan yazılar olduğu için, hayretinize mucib olur diyerek paylaşayım dedim.

http://www.infed.org/thinkers/index.htm

17 Haziran 2010 Perşembe

taziye.

incecikti, fidandı, yani senin anlayamayacağın gözlerinde uçurumlar
barış dediğinde, soluğu kesilen, gözlerinin içi alev, geceye lacivert parlar
inan çok üzgünüm, kırgınım, küskünüm

barış için elini uzatan kardeşinin eline kelepçe vurmak,
barış için elini uzatan kardeşinin elini uçurum kenarında bırakmak,
barış için elini uzatan kardeşini aldatmak,
ahlaksızlıktır!

14 Haziran 2010 Pazartesi

gazetecime dokunma!

irfan aktan'ın arkasındayız.
ankara üniversitesi iletişim fakültesi tarafından oluşturulan,
gazetecime dokuma kampanyasına destek vermek için tıklayın.

13 Haziran 2010 Pazar

vatandaşlık geliri ve marksist alternatifi üzerine

Vatandaşlık Geliri Sol bir Talep mi?
Ahmet Tonak
Bilgi Üniversitesi, Radikal İki, 6 Haziran 2010
Ayşe Buğra’nın, geçen hafta Radikal 2’de tekrar gündeme getirdiği ‘vatandaşlık geliri’ önerisinin çözmeye çalıştığı sorun, yani ağırlıklı olarak işsiz yoksulluğu, her ne kadar solun gündeminde olması gereken yakıcı bir sorun ise de, önerinin kendisi dayandığı varsayımlar ve siyasi değerlendirmeler itibarıyla yeterince sol değildir. Daha açık konuşmak gerekirse Marksist, sosyalist değerlere ve değerlendirmelere uzak, sol yelpazenin sağ ucundan üretilmiş bir öneridir. Bu yanıyla, ‘vatandaşlık geliri’nin, özellikle Keynes sonrası Batılı kapitalist ülkelerde çeşitli adlarla uygulanan nakdi yardımlardan özünde bir farkı yoktur. Önereceğim alternatife geçmeden, ilkin bu iddiamı bir ölçüde temellendirmem doğru olur.
‘Vatandaşlık geliri’ talebinin doğru kavranılması için bazı kavramsal sorularla başlamakta yarar var. Niçin “vatandaşlık ücreti” değil de “vatandaşlık geliri” deniyor? Ücret, bilindiği gibi tıpkı kâr, faiz ve rant gibi bir gelir biçimidir. ‘Vatandaşlık geliri’ kavramıyla, yoksulun çalışsa da çalışmasa da doğrudan devletten alacağı nakdi bir yardım tanımlandığı için bu kavramda ‘gelir’ sözcüğünün tercihi akla yatkındır. Bu yanıyla, “vatandaşlık geliri” talebi, burjuvazi ile emekçileri değil, devlet ile emekçileri karşı karşıya getirir. Bu da, sermaye ile emek arasındaki mücadelenin eksenini birey-devlet sorunsalına kaydırmak anlamına gelir.
Buğra’nın yazısında, devletin yapacağı bu nakdi transferlerin “işçinin pazarlık gücünü” artırarak “temel sınıf eşitsizliği”ni “dengeleyici bir rol oynayacağı” da iddia ediliyor. Sınıf eşitsizliğinin dengelenmesi beklentisi, bence ‘vatandaşlık geliri’ talebinin yaslandığı siyasi motivasyonu açığa vuruyor. ‘Vatandaşlık geliri’ önerisi ile sermaye emek çelişkisinin kendisi değil, bu çelişkinin doğurduğu yoksulluğun ortadan kaldırılması hedefleniyor.
Refahı kim ödüyor?
İster ‘vatandaşlık geliri’ densin, ister refah devleti literatüründe kullanıldığı şekliyle ‘sosyal ücret’ vs. densin, devletin nakit transferleri yoluyla, yoksulluğu tedavi eder gibi yaparak sermaye emek çelişkisini yumuşatmaya çalışması yıllardır deneniyor. Doktora tezimden bu yana, aşağı yukarı 30 yıldır bu uygulamayı emekçiler açısından irdelemeye çalışıyorum. Bazılarını New School’dan Anwar Shaikh ile birlikte gerçekleştirdiğim ABD üzerine olan çalışmalar, geliştirdiğimiz ampirik metodoloji ile daha sonra başka araştırmacılarca Avustralya, Kanada, Almanya, İsveç, Yeni Zelanda, İngiltere ve Türkiye için de tekrarlandı. Bu çalışmaların temel sorusu emekçilere dönük toplam harcamaların gerçek kaynağının ne olduğuydu. Anwar Shaikh’in Who Pays for the “Welfare” in the Welfare State? Multicountry Study (Refah Devletindeki “Refahı” Kim Ödüyor? Çok Ülkeli Bir Çalışma) makalesinde dökümünü verdiği bu araştırmaların ortaya çıkardığı çıplak gerçek şu: Emekçilere dönük sosyal harcamaların ABD’de tamamını, diğerlerinde ise tamamına yakın kısmını bizzat emekçiler kendi vergileriyle finanse ediyorlar! Emekçilerin devletten edindikleri sosyal harcamaların (nakit transferler dahil) devlete ödedikleri vergileri aştığı (yani ‘sosyal ücretin’ fiili olarak var olduğu) durumlarda bile, bu ‘sosyal ücretin’ milli gelirin yüzde 1-2’si, toplam ücretlerin ise yüzde 3-5’i mertebesinde olduğunu da belirteyim.
Peki, o zaman ‘vatandaşlık geliri’nin Marksist alternatifi nedir? Yıllardır her fırsatta dile getirdiğim alternatif iki boyutlu: İlki iş gününün kısaltılması, diğeri ise yaşanılır ücret uygulamasıdır (her döneme ve bölgeye göre hesaplanacak bir tür rahatça yaşanılacak ücret-’living wage’). Daha geçen haftaki Birgün yazımda ele aldığım için burada ayrıntısına fazla girmeyeceğim iş gününün kısaltılması önerisi, işsizliğin, büyük ölçüde hemen şimdi çözümüdür. Bunun için yapılacak şey son derece basittir. Pek özendiğimiz AB ülkelerinden Fransa’daki yedi saatlik iş günü uygulamasına geçmek tabii, 2008’de sağ kesimlerin sulandırdığı haline değil. Yedi saatlik işgünü uygulaması anında, ceteris paribus, işsizliği yüzde 12,5 azaltacaktır! Yani, şu andaki resmi işsizlik aşağı yukarı hemen sıfırlanmış olacak, neredeyse, tam istihdam sağlanacak!
Bu tür bir iş gününün kısaltılması önerisi teorik olarak, işsizliği büyük ölçüde çözmekle birlikte ‘çalışan yoksul’ sorununu çözmeyebilir. Hatta saat başı ücretlerde düzenleme yapılmazsa yoksullaşmayı artırabilir bile. O zaman, bir yandan iş gününü kısaltırken, öte yandan da saat başı ücretin o şekilde artırılması gerekir ki, emekçilerin sürünerek değil, yaşanılır ücret alarak rahat bir biçimde yaşamaları sağlanmış olsun.
Yaşanılır ücret
Tanımın ima ettiği veçhile, asgari ücretin bir hayli üzerinde, zamana ve yaşanılan bölgenin özelliklerine göre sık sık yeniden hesaplanarak ayarlanması gereken yaşanılır ücret gerçekçi bulunmayabilir. Ama, bu eleştiriyi yapanlar bile, yaşanılır ücret talebinin bizzat kapitalistlerin kârına göz diken yanını ve de sermayenin bu seviyede bir ücreti vermemek için elinden geleni yapacağını teslim edeceklerdir. Tam da bu nedenle, yani sermayenin direnciyle karşılaşacağı için yaşanılır ücret kampanyaları katılanları radikalleştirme, sistemi sorgulamaya yöneltme potansiyelini içerir. Yaşanılır ücret kampanyalarının birçok tekil mücadelede emekçilerin ücretlerini, dolayısıyla hayat standartlarını yükseltici zaferler kazandığını biliyoruz (İngiltere, Avustralya,Yeni Zelanda, Kanada ve ABD’deki başarıya ulaşmış örnekler için Living Wage Movements: Global Perspectives/ Yaşanılır Ücret Hareketleri: Küresel Perspektifler). Şahsen yakından gözlemlediğim Harvard Üniversitesi öğrencilerinin üniversite destek personeline sağladıkları yaşanılır ücret’ten (2001-3), daha geçen hafta New York Times’tan izlediğim New York Belediye Meclisi’nde görüşülen inşaat işçilerinin saat ücretini 10 dolara yükseltecek yasa tasarısına kadar farklı örnekler, yaşanılır ücret için mücadeleyi, devletin muhtemelen dağıtacağı paraya bel bağlamaktan daha cazip kılıyor.
Sonuç olarak, şirket ve banka iflasları furyasına, Yunanistan’la başlayan devlet iflaslarının da eklenmeye başladığı günümüz depresyonunun bu safhasında, muhtemelen pratikte yine kendi vergileriyle finanse edilecek ufak tefek nakit transferlerinin emekçileri tatmin etmeyeceği açıktır. Dolayısıyla, yukardaki eleştirilerimizin yanı sıra özellikle günümüz koşullarının niteliği yüzünden de ‘vatandaşlık geliri’ önerisinin yandaş bulamayacağını düşünüyorum. Bu açıdan günümüz bağlamında, hem kapitalist gerçeklikle yüzleşme imkânı verdiği hem de doğrudan sömürü oranını azaltmayı hedeflediği için yaşanılır ücret sosyalistlerin tercih edebileceği bir politikadır. Aynı zamanda da iş gününün kısaltılması talebinin olmazsa olmazıdır. Bu talepler için birlikte yürütülecek mücadele hepimize, yoksulluk ve işsizlik sorunun çözümünün, kapitalizm içi sınırlarını gösterecektir. Belki de bu süreç, bizleri yüzünü devlete değil, sosyalizm tahayyülüne dönenlerle, o tahayyüle yakışanı yapmaya yöneltir.

julia kristeva'dan

Modern insan için en büyük sorun görüntü kirliliğine uğramak... Sosyal faktörlerin etkisi, aileden ayrılması, otorite-baba eksikliği, değer krizleri, işsizlik, göç... Tüm bunlar modern insanın sorunu... Bir yandan da gösteri dünyası var, eve gidiyorsunuz televizyon izliyorsunuz ve görüntü (imaj) zehirlenmesi yaşıyorsunuz. Bize bilgi veriyorlar ama bize fikrimizi sormuyorlar, konuşmayı unutuyoruz. Böyle bir durumda okumak tehdit altında kalıyor. Kitap, görüntünün yanında ayakta kalamıyor, entelektüel olarak bir şey üretemez hale geliyoruz. Yalnızlaşıyoruz. ‘Ruhun Yeni Hastalıkları’ kitabımı yazarken, bu şartlar altında modern insanın psişik alanını kaybettiğine değindim. Modern insan yalnızlık duygusuyla başedemiyor, insanlar içselliğini ve özgün fikirlerini kaybediyor, kendilerine ait bir fikir üretemiyorlar...
Aşk yok; çünkü biz sinik, bilinçli, uyanık, aklı başında ve her şeyi ortada varlıklarız. İnsanlar hayal kırıklığına uğradıkça inançsızlaşıyor, kimseye inanmamaya başlıyor. Fakat bu hayal kırıklığının, bu sinizmin yanında spritüel arayışlara da giriyorlar... Kimse beni sevmiyor ama Tanrı var diyorlar... Herkes bana ihanet etti ama ben Tanrı’ya inanıyorum diyor insanlar. Oysa psikanaliz hem Tanrı’yı analiz edebilir hem aşktan bahsedebilir. Aslında mutlak aşk yoktur, sonsuzluğa giden bir arkadaşlık vardır.

Radikal, 13 Haziran 2010, yazının devamı için tıklayın!

11 Haziran 2010 Cuma

[reading advice] the new social theory reader

Edited by Steven Seidman and Jeffrey Alexander
Routledge Press, 2008

Yeni eleştirel sosyal teoriye yön veren tüm düşünürlerin metinlerinin bir araya geldiği çok şahane bir çalışma olmuş. Kimler yok ki? Habermas, Sahlins, Foucault, Bourdieu, Harvey, Fraser, Taylor, Walzer sadece birkaçı. Bir derleme olan bu çalışmada "yeni sosyal teori" ekseninde bahsi geçen düşünürlerin kilit metinleri yer alıyor. Tezin ardından yapılacak okumalar listesinde haklı olarak yerini aldı.

sanat ve arzu seminerleri [ulus baker ve diğerleri]

istanbul, avrupa kültür başkenti oldu olalı böyle seminer serisi görmedi, göremeyecek. belki de "sermaye başkenti" etkinliklerinin tek hayırlı olayı. "sanat ve arzu seminerleri" önümüzdeki günlerde sanat üretim merkezi'nde gerçekleştirilecek. bu vesileyle, sevgili ulus baker'e rahmet diliyorum.

http://www.sanatvearzu.net/ buradan program ve içerik hakkında malumat sahibi olabilirsiniz.

Arzunun Halleri: Yaratıcı ve toplumsal özne tasarımlarına yönelik güncel kuramsal açılımları barındıran bir çerçeve.

Sanat ve Biyopolitika: Neo-liberal toplumsal iktidar aygıtları içerisinde sanatsal ve kültürel üretimin işlevlerini tartışmaya yönelik bir çerçeve.

Sanat ve Otonomi: Son yıllarda özellikle İstanbul'da ve diğer uluslarası merkezlerde, mevcut kurumsal üretim ve dolaşım düzenekleri dışında gerçekleştirilen ve bağımsız olarak örgütlenen sanatsal ve kültürel üretim insiyatiflerin sunumuna ve eleştirel değerlendirilmesine yönelik bir çerçeve.

İmgenin Halleri: Sinema ve fotoğraf sonrası gelişen, sayısal ve interaktif iletişim teknolojilerinin egemenliğinde kurulan yeni görsel-işitsel rejimlerin izini sürmeye yönelik bir çerçeve.

2 Haziran 2010 Çarşamba

ali şimşek ile "yeni orta sınıf"

"rahatı kaçmış, endişeli bir sınıf" 31 mayıs 2010



geçtiğimiz günlerde birgün'de "yeni orta sınıf" üzerine enfes bir yazı dizisi yayınlandı. sencer ayata'nın chp'nin yoksulluk ve sınıf vurgusu ile oluşan, yeni vizyonunu tanımlamak için kullandığı "yeni orta sınıf" bu vesileyle bağlam kazanmış oldu.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

boğaziçi'nde muhalefet ve akademik aktivizm

boğaziçi gösteri sanatları topluluğu
boğaziçi sosyal bilimler kulübü
boğaziçi kadın araştırmaları kulübü

z-magazine, türkiye şubesi

http://www.znet-turkiye.org/
yeni aktivizm, direniş ve muhalefet biçimleri. oldukça güncel yazıları takip buradan edebilirsiniz. evvelden bildiğimiz z magazine türkiye şubesi. orjinal siteden yapılmış gönüllü çeviriler mevcut. özellikle, naomi klein, edward said, noam chomsky yazılarının, türkçelerini bulmak oldukça sevindirici.

tez yazanlara/yazacaklara: internette dosya paylaşımı ve depolama

dosya paylaşımı için mediafire adlı nefis siteyi bir süredir kullanıyorum, size de tavsiye ederim.

aşağıdaki depolama tavsiyeleri, bianet'ten nihat halıcı'ya ait.

Dropbox (http://www.dropbox.com/) : "Bir kitap okudum, hayatım değişti" derler ya, Dropbox sizde o etkiyi yaratabilir. Verdiği ücretsiz 2 Gb'lık alan pek öyle ahım şahım olmayabilir, ama Windows'undan Linux'una, akıllı telefonundan diz üstüne farklı cihazlarda otomatik ve müthiş bir hızda senkronizasyon sağlanıyor. Hiçbir cihazınız yanınızda yok, o da sorun değil, internet bağlantısı olan herhangi bir cihazdan siteye kullanıcı adınız ve şifrenizle giriş yapmanız yeterli.

Gmail (http://mail.google.com/) : Uzun yıllardır Google'ın e-posta hizmetini aynı zamanda arşiv olarak kullanıyorum. 7,5 Gb'ı kapsayan alanınıza en fazla 25 Mb'lık dosya yollayabiliyorsunuz. Bir süredir mp3 dosyalarına da ses etmiyor. Google, "bana ücretsiz 7,5 Gb yetmez" diyenler için de yılda 5 dolar karşılığında 20 Gb'lık alan tahsis ediyor.

Microsoft'un ücretsiz cloud uygulamaları: Nedendir bilinmez, Microsoft cloud hizmetlerinde oldukça bonkör... İrili ufaklı bir dizi hizmetten buraya öne çıkan üçünü alıyoruz: Windows Live SkyDrive'ın (http://skydrive.live.com/ ) eski ismi Windows Live Folders'di. Microsoft herhalde daha "çağdaş", daha şık dursun diye ismini değiştirdi... Kullanıcı kendisine tahsis edilen 25 Gb'lık alana en fazla 50 Mb boyutunda bir dosya yükleyebiliyor. Ayrıca dosyanızı kullanıcı olsun olmasın linkini verdiğiniz herkesle paylaşabiliyorsunuz. Microsoft'un bir başka cloud hizmeti ise Mesh (http://www.mesh.com). Ücretsiz 5 Gb alan ve hoş bir ara yüze sahip hizmette, yüklenen dosyalara da herhangi bir sınırlama getirilmiyor. Microsoft'un en yeni cloud uygulaması Docs (http://docs.com/ ) Facebook avantajını kullanıyor. Bu özelliğiyle de Docs önümüzdeki dönemde en çok adından söz ettirecek Microsoft cloud hizmeti gibi görünüyor.

Humyo (http://www.humyo.de/): Ücretsiz 10 Gb alan sağlıyor. Bunun 5 Gb'ını müzik, video gibi medya dosya türlerine, 5 Gb'ını da diğer dosya türlerine ayırabiliyorsunuz. Windows Live SkyDrive'da olduğu gibi yüklenen dosyaya sınırlama getirilmiyor.

III. atatürk enstitüsü lisansüstü öğrenci konferansı

[üç-beş aylık çalışmalarımızın ve emeklerimizin neticesi, organizasyon ekibime çok teşekkür ederim, elleri dert görmesin. mayıs sonunda görüşmek üzere]

“TEKİL ÇALIŞMALAR, ORTAK HASSASİYETLER”

27 Mayıs 2010

10:00 - 12:00 ‘Economie Politique’ - Kapitalizme Güncel Bakış I

Moderatör: Şevket Pamuk, Boğaziçi Üniversitesi

Esra Esenlik (Boğaziçi Üniversitesi, Siyaset Bilimi): Türkiye’de Organik Tarım Üzerine Bir Mikro Çalışma: Feriköy Ekolojik Pazarı

Zeynep Bünül (Bilgi Üniversitesi, Uluslararası Ekonomi Politik): Yeşil Politikalar: Küresel Ekonomik Krizden Çıkış Yolu

Berna Doğan (Bilgi Üniversitesi, Uluslararası Ekonomi Politik): ‘Çalışan Yoksullar’ ve Sosyal Politika

Sinem Kavak (Boğaziçi Üniversitesi, Atatürk Enstitüsü): Yeni Kır'a Doğru: Türkiye'de Tütün Piyasasının Dönüşümü ve Köylünün Hayatta Kalma Stratejileri

12:00 - 13:00 Yemek Arası

13:00 - 15:00 ‘Economie Politique’ - Kapitalizme Güncel Bakış II

Moderatör: Ahmet Öncü, Sabancı Üniversitesi

Volkan Yılmaz (Boğaziçi Üniversitesi, Atatürk Enstitüsü): Engelliler Açısından Kapitalizmi Yeniden Düşünmek

Gizem Aksümer (Galatasaray Üniversitesi, Siyaset Bilimi): İstanbul Gecekondu Mahallelerinde Kentsel Dönüşüm Karşıtı Hareketin Özellikleri

Pınar Akkuş (İstanbul Üniversitesi, Adli Tıp Enstitüsü, Sosyal Bilimler): Sosyal Hizmet Çalışanlarının Hak Kayıpları Üzerine

Ataman Avdan (Boğaziçi Üniversitesi, Atatürk Enstitüsü): Telefonlar Kimin İçin Çalıyor? Çok-dilli Çağrı Merkezlerinde İşin Deneyimlenmesi

15:00 - 15:20 Kahve Arası

15:20 - 17:00 “Kürt Sorunu”

Moderatör: Büşra Ersanlı, Marmara Üniversitesi

Ahmet Alış (Boğaziçi Üniversitesi, Atatürk Enstitüsü): Kürt Sorunu Çalışmalarında Özgülleştirme Çabalarının Siyasi ve Sosyal Analizler Açısından Çıkmazları

Kıvanç Özcan (George Washington Üniversitesi, Ortadoğu Çalışmaları): Kürt Açılımı: AKP’yi Motive Eden Faktörler

Deniz Ulusoy (Galatasaray Üniversitesi, Siyaset Bilimi): Tarık Ziya Ekinci ve Kürt solunda etnik kimliğe bakışlar: “Bölgesel Eşitsiz Kalkınma”Söylemi, Sömürgecilik Tezi ve “Ulusal Kültürel Otonomi"

28 Mayıs 2010

10:00 - 12:00 ‘Bir Ulusun İnşası:’ Kemalizm, Cumhuriyet ve Yurttaşlık

Moderatör: Cemil Koçak, Sabancı Üniversitesi

Cihan Özpınar (Galatasaray Üniversitesi, Siyaset Bilimi): Kemalizm’in Hegemonya Mücadelesinde Eksiklik ve Mesafe: Konya Halkevi Dergisi ve Türk Hümanizmi

Hasan Umut (Bilgi Üniversitesi, Tarih): Cumhuriyet Dönemi Milliyetçiliğini Bilim Felsefesi Açısından Değerlendirmek

Pınar Aydoğan (Gazi Üniversitesi, Kamu Yönetimi): Tek Parti Döneminde Birey Olgusu

Özlem Özdemir (Ankara Üniversitesi, Radyo-TV-Sinema): Toplumsal Cinsiyet ve Yurttaşlık: Erken Cumhuriyet Dönemi Üzerine Bir İnceleme

12:00 - 13:00 Yemek Arası

13:00 - 15:00 “Osmanlı’ya Bakışlar: Hamid Rejimi ve Ötesi”

Moderatör: Yücel Terzibaşoğlu, Boğaziçi Üniversitesi

Akın Sefer (Boğaziçi Üniversitesi, Atatürk Enstitüsü): Osmanlı’nın Son Döneminde Meşruiyet Pratikleri ve İşçiler

Uğur Bayraktar (Boğaziçi Üniversitesi, Atatürk Enstitüsü): 19. Yüzyıl Kuzey Yunanistan Çiftliklerinde Mücadele: Kalkandelenli Esad Bey’in Yükselişi

Banu Kaygusuz (Boğaziçi Üniversitesi, Tarih): Hamid Rejiminin Yansımaları, Fotoğraflarla Anadolunun Teftişi

Mehmet Ali Düzgün (Marmara Üniversitesi, Yakınçağ Tarihi): II. Abdülhamid Döneminde Muhtacin Maaşı Uygulaması

15:00 - 15:20 Kahve Arası

15:20 - 17: 00 ‘Türkiye’nin Toplumsal Hafızası’ Hrant Dink’in Anısına

Moderatör: Meltem Ahıska, Boğaziçi Üniversitesi

Cafer Sarıkaya (Boğaziçi Üniversitesi, Tarih): Bir Mikro Tarih Çalışması: Ünye’de Yaşamış Son Ermeni Aileleri

Fatma Gökçen Dinç (Bilgi Üniversitesi, Tarih): Müslüman Olmak” veya “Ermeni Kalmak”: Batman’ın Acar Köyü ve Kurucusu İsa Demirci’nin Hikâyesi"

İbrahim Kuran (Boğaziçi Üniversitesi, Atatürk Enstitüsü): ‘Hafıza ve Mekan’: Türkiye’de Yer Adları Değiştirilmesi Pratiğini Okumak

29 Mayıs 2010

10:00-12:00 ‘Kadınlık Halleri’ Moderatör: Ayşe Parla, Sabancı Üniversitesi

Özlem Bayraktar (Boğaziçi Üniversitesi, Atatürk Enstitüsü): Ekranda Bir Kadın Olarak Kendine Yer Açmak: Jülide Gülizar’ın Yaşamöyküsü

Sema Dede (İstanbul Üniversitesi, Kamu Yönetimi): Yerel Yönetimlerde Kadının Temsili: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Örneği

Asuman Kutlu, (İstanbul Üniversitesi, Radyo-TV-Sinema): Televizyonda Kadının Sorunlu Temsili: Yaprak Dökümü Dizisinde Değişen Türk Kadını İmgesini Aramak

Sinem Pirinçci, (ODTÜ, Kadın Çalışmaları): Medyada Kadın Temsilinin Eleştirisi

Yeliz Kızılarslan (Bilgi Üniversitesi, Kültürel İncelemeler): Türkiye'nin Kürt Meselesi Bağlamında Ulusaşırı Bir Namus Cinayeti Vakası Olarak Tülay Gören Davasının Çözümündeki Toplumsal Cinsiyet Bariyerleri

12:00 - 13:00 Yemek Arası

13:00 - 14:40 Güncel Okumalar

Moderatör: Hakan Yılmaz, Boğaziçi Üniversitesi

Ayşe Karakaya (Hacettepe Üniversitesi, İletişim Bilimleri): 29 Mart 2009 Yerel Seçimlerinde Ankara’da AKP, CHP VE MHP’nin Billboardlarda Parti Lideri İmajı Kullanımı

Zuhal Kırmızıoğlu (Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Gazetecilik): Siyasal İktidar Medya İlişkisi Bakımından AKP ve Doğan Medya Grubu (DMG) İlişkisine Bir Bakış

Dilek Yücel (Bilgi Üniversitesi, Kültürel İncelemeler) ve Barış Aydın (Bilgi Üniversitesi, Tarih) : Türkiye Solunun 80 Sonrası: Pratikler, Yollar, İmkanlar ve Sorular

14:40 - 15:00 Kahve Arası

15:00 - 17:00 ‘Disiplinlerarası Çalışmalar’

Moderatör: Asım Karaömerlioğlu, Boğaziçi Üniversitesi

Harika Yücel (Bilgi Üniversitesi, Klinik Psikoloji): Türkiye’deki Yaygın Milliyetçi Söylemlere Psikodinamik Bir Bakış

Mesut Varlık (Bilgi Üniversitesi, Kültürel İncelemeler): ‘Türk Şiirinde Hadımlık Endişesi’: Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirine Psikanalitik Bir Yaklaşım Denemesi

Şeyda Barlas (Boğaziçi Üniversitesi, Atatürk Enstitüsü): Efsaneler, Hayaller, Gerçeklikler: Uluslararası Tarih Sergilerinde Değişen Anlatı

Özlem Aydoğmuş (Muğla Üniversitesi) & Eser Ördem (Çukurova Üniversitesi): 14 Yaş Çocuklarında Sosyal Diyalog, İktidar ve Foucault Sosyolojisi